ads

17 Mart 2011 Perşembe

Hülya Avşar'ın bikinili seksi resimleri görüntüleri

Hülya Avşar, Göcek’te bikinili görüntülendi, göbekli halleri magazin programlarında konu oldu…

Ebru Şallı Tan, ‘Sakatlanıp spor yapmadığı için vücudu sarkmış’ dedi!

İşte 2010 Hülya göbek show…

Resimleri tam göre bilmek için resme tıklayınız ;


Ivana Sert'in bikinili seksi resimleri

İkoncan Ivana Sert, sezonu Ölüdeniz'de halk plajında açtı
18 Haziran 2010 Cuma, 16:35:16

Erdoğan CANKUŞ (AHT)

BİR ay önce New York'ta Sex and The City 2 filminin galasında dünyaca ünlü yıldızlarla kırmızı halıda yürüyen Ivana Sert, önceki gün Ölüdeniz Tabiat Parkı içinde bulunan Kumburnu Halk Plajı'nda denize girerek yaz sezonunu açtı. Annesi Nada Hanım ve oğlu Ateş'le güneşin ve denizin tadını çıkaran İkoncan, “Ölüdeniz'i çok seviyorum” dedi...

Beren Saat'in ayak parmakları resimleri


Aşkı Memnu'daki Bihter 6 parmaklı mı?
Biliyorsunuz Aşkı Memnu Dizisindeki herbir ayrıntı olay oluyor kıyafetler takılar moda oluyor.Ama son günlerde Beren Saat'ın hayranlarının merak ettiği bir konu daha var;

Beren Saat altı parmaklı mı?

Beren Saat hayranları önce göğüslerine silikon taktırıp taktırmadığını günlerce tartışmıştı. Şimdilerde de fanatikler Beren Saat’in ayağına taktılar.

Aşkı Memnu’nun 75. bölümünde bir sahnede Beren Saat’in çıplak ayakları görüldü. Hayranlarından biri, Beren'in sol ayağının altı parmaklı olduğunu iddia ederek o sahnenin fotoğrafını internete yükledi.

Beren Saat hayranları arasında şimdi tek konu bu fotoğraf:


Kimileri Beren Saat’in ayağının altı parmaklı olduğunu, güzel oyuncunun bu yüzden topuklu ayakkabılarla yürümekte zorlandığını iddia ediyor. Kimileri ise görünen parmağın diğer ayağının baş parmağı olduğunu söylüyor. Beren Saat, hayranları arasında süren parmak polemiğiyle ilgili tek kelime konuşmuyor.

Hidrojenle çalışan uçak nasıl yapılır?

Avrupa havacılık dünyasının kalbinin attığı ILA Berlin 2010 Havacılık Fuarı’na çok ilginç uçak modelleri damga vurdu
09 Haziran 2010 Çarşamba, 09:51:11

Alman Havacılık ve Uzay Merkezi (DLR) ve Lange Aviation ortaklığınca geliştirilen Antares DLR-H2 isimli uçağın lansmanı Berlin’de yapıldı.

Tek kişilik Uçağın en önemli özelliği hidrojen yakıt hücresiyle ile çalışması. Sıfır karbon salınımına sahip uçak, saatte 170 kilometre hıza ulaşabiliyor. Bir depo yakıt (yani hidrojen) ile 750 kilometre uçabiliyor. 5 saatlik uçuş süresine sahip DLR-H2, Lufthansa Teknik’in Hamburg’daki fabrikalarına konuşlandırılacak.

Antares DLR-H2, ilk uçuş denemesini geçtiğimiz yıl Temmuz ayında Hamburg’da başarıyla gerçekletirmişti.

Ucusrotasi.com

Jennifer Lopez'in frikikleri seksi resimleri

Jennifer Lopez New York'ta eteğinin azizliğine uğradı
11 Haziran 2010 Cuma, 14:52:34

Jennifer Lopez, Boys and Girls Clubs of America'nın "Be Extraordinary" kampanyası çerçevesinde düzenlenen organizasyona kocası Marc Anthony ile birlikte katıldı. New York'un ünlü Times Meydanı'nda hayranlarıyla bir araya gelen Lopez, mini eteğinin azizliğine uğrayınca frikik vermekten kurtulamadı.

Çıplaklar Oteli Muğla Datça ilçesi resimleri

Ruhsat çıkarmasında engeller çıkarılan otel normal müşterileri ağırlayacak
16 Haziran 2010 Çarşamba, 11:13:03

MUĞLA´nın Datça İlçesi´ne 15 kilometre mesafedeki Akdeniz kıyısında 14 dönümlük alana kurulan 175 yatak kapasiteli Türkiye´nin ilk çıplaklar oteli Adaburnu Gölmar, ruhsat işlemlerinde çıkan engeller nedeniyle bu konseptinden vazgeçti. ``Çıplaklar oteli bizim için bitmiştir'' diyen Adaburnu Gölmar Tesisleri Yetkilisi Gürdal Yüce, restoran, havuz ve aquparkta hizmetlerinin ise devam ettiğini açıkladı.

Datça´da, bir yıldır hizmet veren Adaburnu Gölmar Oteli, 1 Mayıs´ta dünya çıplaklarına kapılarını açtıktan beş gün sonra ruhsat problemi nedeniyle belediye ekipleri tarafından mühürlenmişti. Tesisin otel bölümüne, projeye aykırılık gerekçe gösterilerek, yapı kullanma izni verilmemiş, bu nedenle otel işletme ruhsatı da alamamıştı.

Adaburnu Gölmar Tesisleri yetkilisi Gürdal Yüce, otelin halen mühürlü olduğunu hatırlatarak, yaşanan süreç hakkında bilgi verdi.

Otelin 2007 yılında havuz, restoran ve su parkı hizmete girdiğini belirten Yüce, ``Ülkemizin turizmine katkıda bulunmak üzere hiçbir fedakarlıktan kaçınmadık. Ama maalesef, Türkiye´de turizm giderek kötüye gidiyor. Otelimiz kapandı. Müşterileri kaçırdık. Çıplaklar oteli kopseptine devam edebilseydik güzel olacaktı. Memleket, için de yararlı olacaktı. Esnaf da bundan yararlanacaktı. Ne yazık ki, bu potansiyeli değerlendiremedik. 2 bin 700 rezervasyon iptal oldu. Bu aşamada, hatalarımız elbete var. Günübirlik tesisimiz de halkımıza hizmet vermeye devam ediyoruz. Restoran, havuz ve aquapark ayrı ruhsatı olduğu için halen açık. Otelin durumu ise halen belirsizliğini koruyor'' dedi.

Karşılaşılan engellerin ardından acentenin Türkiye´yi terk ettiğine de değinen Yüce, ``Yunan adalarına mı yoksa bir başka ülkeye mi turistleri götürecek bilemiyorum. Ama bir gerçek var o da, Türkiye´yi terkettiği. Mühürlenmeden sonra geçen iki aya yakın sürede, ruhsata engel olan proje tadilatını yaptık. Özel Çevre Koruma Kurumu (ÖÇKK) proje tadilatını onayladı. Bu konuda bir sorun kalmadı. Ancak bu kez de bahçe düzenlemesi ÖÇKK´ya takıldı. Ne zaman sonuçlanır bilemiyorum. Zaten turistler de aylarca bekleyemez. Mecburen çıplaklar oteli bizim için bitmiştir'' diye konuştu.

Şu aşamada yapılacak hiçbir şeyin olmadığını ifade eden Yüce, ``Gidenleri geri getirmek mümkün değil. Bu saatten sonra başka acentelerle anlaşma yapmamız mümkün değil. Datça´ya ulaşım çok zor. Yatırım yaptık ama bekletilerimez boşa çıktı'' dedi.

Çocuk şarkısı örnekleri,orda bir köy var uzakta

Orda bir köy var uzakta

O köy bizim köyümüzdür

Gitmesek de,görmesek de,

O köy,bizim köyümüzdür

Orda bir ev var uzakta

O ev bizim evimizdir.

Gitmesek de,görmesek de

O ev bizim evimizdir


Orda bir ses var uzakta

O ses,bizim sesimizdir.

Gitmesek de,görmesek de,

O ses bizim sesimizdir.

Romantizm akımı temsilcileri özellikleri eserler sanatçılar

BATI EDEBİYATINDA


 18. yüzyılın sonunda başlar ve 19. yüzyılın ortalarına kadar sürer. Kendisinden önceki klasizme bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Önce ön-romantizm dönemi denilen gelişmeler yaşanmıştır. Bu gelişmelerin en önemlisi, halkın beğenisinin klasizmin görkemli, katı, soylu, idealize edilmiş ve yüce anlatım biçiminden, daha yalın ve içten ve doğal anlatım biçimlerine kaymış olmasıydı. Romantizm, klasizmin düzenlilik, uyumluluk, dengelilik, akılcılık ve idealleştirme gibi özelliklerine bir başkaldırı niteliğindedir. Romantizm, doğduğu çağın akılcılığı ve maddeciliğine tepki olarak bireye, öznelliğe, akıl dışılığa, düş gücüne, kişiselliğe, kendiliğindenciliğe ve aşkınlığa, yani sınırları zorlayıp geçmeye önem verir. Tarisel olarak bu dönemde gelişen orta soylu sınıfın, yani burjuvazinin duygu, düşünce ve yaşam tarzını ön plana çıkarır.


Soyluların zarif sanat biçimlerini yapay ve aşırı incelikli bulan bu yeni sınıf, duygusal açıdan kendisine yakın hissettiği daha gerçekçi sanat biçimlerinden yanaydı. Böylece romantizm gelişme ve yaygınlaşma şansı buldu.


Romantizmin en önemli habercisi Fransız filozof ve yazar Jean Jacques Rousseau’dur. Ama İngiliz yazarlar William Wordsworth ve Samuel Taylor Coleridge’nin 1790 yılında birlikte yayınladığı Lirik Balatlar adlı eser romantizmin bildirgesi sayılır. Yine İngiltere’de William Blake, Almanya’da Friedrich Hölderlin, Johann Wolfgang von Goethe, Jean Paul, Novalis, Fransa’da Chateaubriand ve Madame de Stael romantizmin ilk temsilcileridir. Victor Hugo, Alphonse de Lamartine, Alfred de Vigny, Nodier, Soumet, Deschamp, Alfred de Musset romantik akımın önemli yazarlarıdır.



TÜRK EDEBİYATINDA


Tanzimat edebiyatı dönemindeki ürünlerin çoğunluğu romantik akımın etkisiyle kaleme alınmıştır.


Namık Kemal roman ve tiyatrolarıyla


Ahmet Mithat, ilk romanlarıyla


Recaizade Mahmut Ekrem, şiirleriyle


Abdülhak Hamit, tiyatrolarıyla

Ünlü Türk haritacılar kimlerdir,eserleri ve hayatları

Ünlü Türk Haritacılar


KAŞGARLI MAHMUD
"Divanü-Lügat-it-Türk" (Türkçe sözlük) isimli bir yapıtında bir dünya haritası çizmiştir.
----1416 da İbrahim KATİBİ bir harita çizmiştir.
------1456 da Trablusgarplı İBRAHİM MÜRSEL (Mürsiyeli İbrahim) bir Türk denizcisi olarak Akdeniz haritası çizdi. 1460 yılında ise Güney Avrupa haritası yapmıştır.

-----EL İSTAHRİ (Ebu İshak İbrahim bin Muhammed el Farisi el İstahri) (15. yüzyıl), "Kitab al masalik val mamalik" (Masallar ve Ülkeler) isimli yapıtında dünyanın çeşitli yerlerine ait 20 harita vardır.
Türk Amiralı PİRİ REİS (1470-1554)
Kitabı Bahriye,Hadikat'ül Bahriye, Netayic'ül-Efkar fi Cezayir'ül Bihar, Bilad'ül- Aminat ve harita yapımıyla ilgili"Eşkalname"(o zamanlar haritaya eşkal deniliyordu) adında bir bilim kitabı ile 1528 tarihini taşıyan "Hind Denizi Haritası" gibi yapıtları yazmıştır.

MATRAKÇI NASUH (?-1533)
Haritacı anlayışı minyatüre uygulayan ilk ressamdır.
Menazil (Hedefler) isimli yapıtında 16. yüzyılda yapılmış Anadolu atlası vardır.
"Umdet'ül-Hisab" (Hesabın ilkeleri),"Beyan-menazil-i sefer-i Irakeyn"
Amiral SEYDİ ALİ REİS, (? -1563)
"Miratül Memalik" (Ülkelerin aynası) adlı yapıtı yazmıştır. (Bu kitap 1815 de Almancaya, 1826 da Fransızcaya, 1899 da İngilizceye, 1963 de Rusçaya çevrilmiştir.)
"Mohit" (Okyanus) Bu eseride bir çok batı diline çevrilmiştir. Coğrafi Ögelerin yanında denizcilere yardımı dokunacak çok önemli Astronomik bilgilerde içeriyor.
Mirat-ül Kainat (Kainatın aynası) Bu eser de de coğrafya ve astronominin içiçedir.

"Seydi Ali Reis"
Yeryüzünün yuvarlak oldugunu ve dağların bu yuvarlaklığa engel teşkil etmediği bir kaç saptamda bulunmustur.

ALİ MACAR REİS
16.yüzyıl osmanlı deniz haritacılığının doruk noktalarından olan ali macar reis atlası yedi haritadan oluşmaktadır.
Atlasta Yer Alan Yedi Harita :
•Karadeniz haritası
•Doğu akdeniz ve ege haritası
•İtalya haritası
•Batı akdeniz ve iber yarım adası haritası
•İngiliz adaları ve atlantik kıyıları haritası
•Ege denizi-batı anadolu ve yunanistan haritası
•Dünya haritasıdır.
18 sayfadan oluşan atlasta haritalar yedi çift sayfa üzerinde 31x43 cmlik alanı kapsar. deri parşömen üzerine çizilmiştir.

MEHMET AŞIK (1555-?)
"Menazır-ül Avalim" (Dünyanın görünümü)
Tunus'lu Hacı Ahmed (?-?)
Bir Dünya haritası çizmiştir.

KATİP ÇELEBİ (1609-1657)
"Cihannüma" (Dünyayı gösteren), "Keşf-üz-Zunun" (sanıların keşfi), "Kozmoğrafya"
Eserleri bir kaç dile çevrilmiştir.

EVLİYA ÇELEBİ (1611-1682)
Bir çok ülke, bir çok şehir gezmiştir. 50 ye yakın savaşa katılığın bilinir. Fakat eserlerinde abartı uzlubuna yerli yersiz baş vurması sebebiyle eserlerine ve kendisine gölge düşmesine sebep olmuştur

Japonyanın Nüfus Özellikleri nedir?



Doğal kaynakları kıt ve nüfus yoğunluğu fazla bir ada ülkesidir. Dolayısıyla insanlar tarih boyunca mücadele etmeye alışmışlardır. Uzun süren derebeylikler de bu mücadeleyi sertleştirmiş ve dikey bir toplum oluşturmuştur.


Japonya Nüfusu

Japonya'nın nüfusu 123 milyon dolayındadır. Bu bakımdan dünyanın en kalabalık yedinci ülkesidir. Ancak nüfus artış hızı sıfır düzeyindedir. Esi dönemlerde adalardaki yerli halk ile kıtada yaşayan halkların karışması sonucu bugünkü Japon halkı oluştu. Ülkede nüfus yoğunluğu yüksektir. Kilometrekareye 332 kişi düşmektedir. Arazinin genelde dağlık ve iskan edilemez nitelikte olduğu, ülkenin ancak yüzde 10'unda yaşanabildiği de unutulmamalıdır. Nüfusun 4/5'inden fazlası şehir ve kasabalarda yaşamaktadır. En büyük kent olan Tokyo'nun nüfusu ise 12 milyon dolayındadır.

Kaynak: Türk Japon Vak


Türkiye Ve Dünya Nüfusunun artış nedenleri nelerdir?

İç göçler 1950 ‘den sonra Ulaşımın gelişmesi ve sanayileşme ile artış göstermiştir.


İç Göçün (Köyden Kente) Sebepleri:
1. Hızlı nüfus artışı,
2. Tarım alanlarının miras yoluyla küçük parçalara ayrılması,
3. Tarımda makinalaşma ile işsizliğin oluşması (bu genelleme Karadeniz bölgesi için geçerliliğini yitirir.).
4. Eğitim hizmetleri, alt yapı hizmetlerinin yetersizliği,
5. Kan davaları ve terör.
6. İklim ve yer şekillerinin olumsuz etkileri.
7. Sağlık hizmetlerinin yetersizliği (en az etkili).
8. İş imkanlarının sınırlı olması.
9. Kentlerde sanayinin gelişmiş olması.

Köyden Kente Göçün Sonuçları:
1. Nüfusun dağılışında dengesizlik olur.
2. Yatırımların dağılışında dengesizlik olur.
3. İşsizlik ortaya çıkar.
4. Konut sıkıntısı olur. Sonuçta gecekondulaşma olur.
5. Sanayi tesisleri (fabrikalar) kent içinde kalır.
6. Çevre sorunları artar.
7. Trafik, eğitim-sağlık problemleri olur.
8. Alt yapı hizmetlerinin götürülmesi zorlaşır.
9. Kültür çatışması olur.
10. Kırsal kesimdeki yatırımlarda verimsizlik olur.

Köyden Kente Göçü Önlemek İçin;
1. Sulamalı tarım yaygınlaştırılmalı,
2. Modern tarım yöntemleri yaygınlaştırılmalı.
3. Besi ve ahır hayvancılığı geliştirilmeli.
4. Eğitim –sağlık hizmetleri geliştirilmeli.
5. Tarıma dayalı sanayi kolları kırsal kesime kaydırılmalı
6. Alt yapı hizmetleri geliştirilmeli (yol ,su, elektrik, haberleşme).

DIŞ GÖÇLER

Dış Göçlerin Sonuçları
1.Ülkeler arası yapılan göçlerdir.
2.Dış Göçlerin Nedenleri
3.Savaşlar, baskı, zulüm, tehdit.
4.Tabii afetler (Depremler, salgın hastalıklar, kıtlık gibi)
5.Geçim sıkıntısı
6.Sınırların değişmesi
7.Uluslar arası antlaşmalarla sağlanan nüfus değişimi.

Dış Göçlerin Sonuçları
1.Ülkeler arası ekonomik ilişkiler gelişir.
2.Kültür alışverişi olur.
3.Turizmin gelişmesine katkı sağlar.
4.Döviz girdisi artar.
5.İşsizlik kısmen azalır.
6.Aileler bölünür.
7.Göç alan ülkede nüfus artar.

Ayrıca aile planlaması yapmayan ülkeler nüfüs artışının daha fazla görüldüğü ülkelerdir.Aile planlaması eğitismzilikle paralel olduğuna göre eğitim seviyesi nisbeten daha yüksek olan ülkelerde nüfüs artışı daha az olacaktır .

Günümüzde dünya nüfusunun %75’i gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerde, %25’i de gelişmiş ülkelerde yaşamaktadır. Dünyadaki doğumların %85’i ve anne ölümlerinin %99’u ile bebek ve çocuk ölümlerinin %95’i az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde gerçekleşmektedir. Az gelişmiş ülkelerdeki ölüm oranlarının bu kadar yüksek olmasının nedeni bu ülkelerde tıbbi yardımın yetersiz olması ve yoksulluktur. Diğer taraftan halen günümüzde üreme çağındaki kadınların sadece %45’i korunma yöntemi uygulamakta, bu oran Ortadoğu ve Asya ülkelerinde %69, Afrika’da ise sadece %9.11 düzeyindedir. Korunma yöntemi uygulayan kadınların %15’i doğum kontrol hapı kullanmaktadır. Bunların yarısından fazlası da sadece ABD, Brezilya, Fransa ve Almanya’da bulunmaktadır. Aile planlaması yöntemi kullanıp kullanmamanın birinci nedeni; imkansızlıklar veya yöntemler konusunda bilgi sahibi olunmaması, ikinci nedeni ise ihmaldir. 2005 yılında her gün doğan 365 bin bebeğin %57’si Asya’da, yüzde %26’sı Afrika’da, %9’u Güney Amerika’da, %5’i Avrupa’da ve %3’ü Kuzey Amerika’da doğmuştur. Bu arada AB nüfusunun 2004 yılında binde 5 oranında arttığı, doğan çocukların üçte birinin de evlilik dışı ilişkilerden dünyaya geldiği belirtilmektedir. Az gelişmiş ülkelerde doğurganlığın hızla düşmesi sayesinde dünya nüfusu artık korkulduğu kadar artmamaktadır. Bununla birlikte göç, ölüm ve doğumlardaki küçük değişikliklerin kontrol altına alınamaması halinde dünya nüfus artışı yeniden hızlanma tehlikesi taşımaktadır. Dünya nüfusunun tahmin çalışmalarında 3 senaryo üzerinde durulmaktadır. Bunlar yüksek nüfus artışı, ortalama nüfus artışı ve en düşük nüfus artışı modellerine dayanmaktadır.
ine dünya nüfusu 1950’ler de 2.5 milyardan başlayıp, 1960’lara doğru 3 milyar, 1976’da 4 milyara, 1991’de 5 milyara ve 1995’de de 5.7 milyara çıkmış, 1980-1990 arasındaki yıllık artışın 75 milyon kişiden 93 milyon kişiye yükselmesi sonucu dünya nüfusu 2000 yılında da 6 milyarı geçmiştir. Bu nüfus artışının yüzde 85’ini üçüncü dünya insanları oluşturmuş, dünyadaki nüfus artışının yüzde 40’ı sadece Çin ve Hindistan’da gerçekleşmiştir.

"Dünyanın Nüfus Yapısındaki Gelişmeler Ve Ülkemizin Durumu" başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Kudret Ulusoy'e aittir ve makale, yazarı tarafından Türk Hukuk Sitesi (http://www.turkhukuksitesi.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır.

Daha fazla bilgi i için
http://www.turkhukuksitesi.com/makale_129.htm
http://www.turkhukuksitesi.com/makale_461.htm


Peri Bacaları nasıl oluşmuştur,peri bacalarının özellikleri

Vadi yamaçlarından inen sel suları ve rüzgarın, tüflerden oluşan yapıyı aşındırmasıyla ‘Peribacası’ adı verilen ilginç oluşumlar ortaya çıkmıştır. Sel sularının dik yamaçlarda kendine yol bulması, sert kayaların çatlamalarına ve kopmalarına neden olmuştur.., Alt kısımlarda bulunan ve daha kolay aşınan malzemenin derin bir şekilde oyulması ile yamaç gerilemiş, böylece üst kısımlarda yer alan şapka ile aşınmadan korunan konik biçimli gövdeler ortaya çıkmıştır….



Daha çok Ürgüp civarında bulunan şapkalı peribacaları konik gövdeli olup, tepe kısımlarında bir kaya bloku bulunmaktadır. Gövde tüf, tüffit ve volkan külünden oluşmuş kayaçtan; şapka kısmı ise lahar ve ignimbirit gibi sert kayaçlardan oluşmaktadır. Yani şapkayı oluşturan kaya türü, gövdeyi oluşturan kaya topluluğuna oranla daha dayanıklıdır. Bu peribacasının oluşumu için ilk koşuldur. Şapkadaki kayanın direncine bağlı olarak, peribacaları uzun veya kısa ömürlü olmaktadır.


Kapadokya Bölgesi’nde erozyonun oluşturduğu peribacası tipleri; şapkalılar, koniler, mantar biçimliler, sütunlar ve sivri kayalardır. Peribacaları en yoğun şekilde Ürgüp- Uçhisar- Avanos üçgeni arasında kalan vadilerde, Ürgüp-Şahinefendi arasında, Nevşehir Çat kasabası civarında, Kayseri Soğanlı vadisinde ve Aksaray Selime köyü civarında bulunmaktadır.



Dünyada deprem olma riski en az olan yerler nerelerdir?

Depremler Yerküresinin belirli bölgelerinde çok sık ve şiddetli olarak meydana gelmektedir, diğer bazı bölgelerde ise çok az oluşmakta ve duyulamayacak kadar hafif geçmektedir. Araştırmacılar yaptıkları çalışmalar ile bütün dünyada meydana gelen depremlerin episantırlarını 1967 yılında bir harita üzerine geçirmişlerdir (1961-1967 arasındaki 300 bin deprem). Çalışma sonucunda görülmüştür ki depremler, genellikle levha sınırlarını izlemekte ve özellikle iki kuşak üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu kuşaklardan birisi ve en belirgin olanı Pasifik Okyanusunu çevrele¬yen Pasifik Kuşağı; diğeri ise Cebeli-Tarık'tan Endonezya adalarına kadar uza¬nan ve Türkiye ile yakın komşularını içerisine alan Akdeniz - Himalaya Kuşağı’dır

Geçmişte olduğu gibi bu günde Dünyadaki tüm depremlerin % 68'i Pasifik kuşağında, % 21'I Akdeniz - Himalaya kuşağında ve geri kalan % 11'i ise diğer kıtalarda yer almaktadır. Bütün dünyada bir yılda açığa çıkan deprem enerjisinin (1025 erg) % 80'i Pasifik kuşağından yayılır. Yeryüzünde birinci derecede deprem ülkeleri Pasifik çevresinde: Aleut adaları, Kalifornia, Meksika, Şili, Peru; Akdeniz havzasında: İspanya, İtalya, Yugoslavya, Yunanistan, Türkiye, İran; Asya'da: Kafkasya-Himalaya, Pamir Baykal zonları, Endonezya adaları, Filipinler, Japonya, Kamçatka; Kuzey Afrika, İzlanda, Azotlar, Yeni Zelanda ve Hawaii çevresidir. Bu ülkeler aynı zamanda volkanik faaliyetin ve tektonik hareketlerin aktif (diri) olduğu bölgelerdir.

Buna karşın, Sibirya, Kanada, İç Afrika ve Brezilya gibi eski çekirdek masifler üzerinde hemen - hemen hiç bir deprem duyulmaz.

Depremselliği en yüksek olan ülkeler ise Japonya, Batı Meksika, Malezya ve Filipinlerdir. Akdeniz kuşağı ve Kalifoniya (ABD) ikinci sırada yer alırlar.

Kıtalar olduğu gibi, ayrı ayrı ülkelerde de depremsellik bölgelere göre değişik değerler taşır. Bir ülkede bazı bölgeler sık - sık şiddetlice sarsıldıkları halde, diğer bölgeler daha az sayıda ve daha hafif depremlerden etkilenirler. Böylece, kıtalar ve ülkeler depremsellikleri birbirinden farklı bölgelere veya zonlara bölünebilmekte, bu verilerden yararlanılarak deprem bölgeleri veya deprem zonları haritaları yapılmaktadır.

Türkiye ise deprem riski en az olan alanlar Tuz gölü ile Anamur- Silifke arasındaki bölge ve Güneydoğu Anadolu’da Suriye - Irak sınır bölgesidir.


Rasyonel sayı nedir,nerelerde kulalnılır,dört işlem

TANIM

"a ve b tam sayı, b ≠ 0 olmak üzere" şeklinde ifade edilen sayılara rasyonel sayılar denir.


a/b için;

a : payı
b : paydayı
/ : kesir çizgisini ifade eder.

  • 0/b = 0 (b≠0)
  • a/0 = tanımsızdır.


Rasyonel sayıların en basit formu a ve b tam sayılarının ortak böleninin olmadığı a/b ifadesidir.



TANITIM

"a ve b tam sayı, b ≠ 0 olmak üzere" şeklinde ifade edilen sayılara rasyonel sayılar denir.


a/b için;

a : payı
b : paydayı
/ : kesir çizgisini ifade eder.


0/b = 0 (b≠0)
a/0 = tanımsızdır.


Rasyonel sayıların en basit formu a ve b tam sayılarının ortak böleninin olmadığı a/b ifadesidir.

Matematiğin günlük hayatta kullanım şekillleri faydaları

Matematiğin amaçlarını ve etkilerini genel olarak şöyle sıralayabiliriz:
Günlük Yaşamda;
· Düşünceleri açık ve kesin olarak belirtebilme
· Sezgisel egemenlik ve sağduyu sahibi olabilme
· Açık ve kesin anlatım gücü kazanma
· Bağımsız ve özgün düşünme alışkanlığı geliştirme
· Yeni düşünceleri kabule hazır olma
· Kendine güven duygusu geliştirme ve güçlü kişilik özelliklerine sahip olma
· Problem çözme becerilerini geliştirme ve bu becerileri gerçek yaşam problemlerini de içeren matematiksel problemleri çözmede kullanma

Eğitim Hayatında;
· Verileri sistematik olarak düzenleyebilme ve yorumlayabilme
· Usavurma yoluyla doğru sonuçlara ulaşabilme
· Temel ilişkileri bularak bir problemi çözümleyebilme
· Özgün düşünebilme ve araştırabilme
· Özel kavramları kesin olarak genelleyebilme.
· Matematiksel usavurma, istatistiksel usavurmanın doğasını ve sınırlılıklarını kavrama
· Sonuca ulaşmak için bilimsel düşünme ve usavurma alışkanlığı geliştirme
· Düzenli çalışma alışkanlıkları ve bir konu üzerinde yoğunlaşabilme gücü geliştirme
· Problem çözmede hesap makinesi ile bilgisayar kullanmayı öğrenerek matematiksel iletişim kurma
· Bir görevi sistematik olarak ve mantıksal bir biçimde tanımlama alışkanlığı geliştirme
Günlük yaşam ve eğitim hayatı şeklinde gruplara ayrılmasına rağmen matematik hayatın her alnında kullanıldığı için grupların birbirinden kesin sınırlar dahilinde ayrılması zordur.
Bununla birlikte, toplumlarda matematikle ilgili bazı efsaneler yaratılmış olup bunların bazıları kuşaktan kuşağa aktarılarak günümüze kadar gelmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:
· Matematik yapmak, doğru yanıtı elde etmektir.
· Tüm yararlı matematik, yıllar önce keşfedilmiştir.
· Matematikte başarılı olmak daha çok doğuştan yeteneklere bağlıdır çok çalışmaya değil.
· Çok iş, az matematik gerektirir.
· Bayanlar matematikte daha az yeteneklidir.
Bu tür soruların yanıtını, matematik eğitimcileri uzun süre araştırmış, efsanelerin geçerli olmadığı görülmüştür.

1.4. Matematik Hangi Alanlarda Karşımıza Çıkmaktadır?
Matematiğin bireyi ve toplumu hangi işlevleriyle, nasıl etkilediğini bilmek gerekliliği kaçınılmazdır.
Matematik, gelişmesini her yönde sürdürmektedir ve bu anlamda çok canlıdır. Son iki yüzyıl boyunca görünümünü oldukça değiştirmiş olmasına karşın; geçmişinden hiçbir şeyi yadsımamıştır. Evkleides teoremlerini içeren önermeler, günümüzde de teorileri olarak kalmıştır. Olsa olsa tuttukları yer değişiktir. Günümüzde matematik kendi dinamiğinin yanı sıra başka bilimlerle arasındaki etkileşim nedeniyle çok hızlı bir gelişme göstermektedir. XlX. yüzyıl içinde matematikte görülen hızlı ve olağanüstü gelişmeler, aynı zamanda felsefî nitelikler de taşımaktadır. Genel düşünce ve çözümlere önem vermektedir. ‘XX.yüzyıl matematiği eski ve klasik yapıyı hemen hemen her dalda değiştirecek yeni ve geniş ufuklara açılmıştır. Bu arada “Modern Matematik” denilen çok gelişmiş; o ölçüde de basitleşmiş, kolaylaşmış yeni bir matematik şekli ortaya çıkmıştır. Uzay yolculuklarının çok rakamlı hesapları, ancak bu yöntemle yapılabilmektedir. “Elektronik Beyin” denilen bilgisayar makineleri de bu esasa göre kurulmuştur.’ (3) Bilgisayarların geliştirilmesiyle hesaplamalar için gereken süreler kısalmıştır. Astronomi ölçüleri ve zamanın belirlenmesiyle ilgili hesapların doğruluk derecesi arttıkça, denizcilik ve haritacılık da gelişti, zaman içinde matematik daha iyi gemilerin, lokomotiflerin, otomobillerin ve sonunda da uçakların tasarımı için kullanıldı. Radar sistemlerinin tasarımında aya ve bazı gezegenlere roket gönderilmesinde de matematikten yararlanıldı. İşte bu birkaç örnek matematiğin yeni gelişimini bize gösterir.
Okullarımızda, matematiğin yaşamın bir parçası olduğu öğrenciye hissettirilmelidir. Öğrendiği bilgileri yaşamına uygulayabilmelidir. Öğretim sistemimizde sanki gelenekleşen yanlış düşünceler vardır. Matematiği aile olarak, öğretmen olarak, okul olarak çoğunlukla yanlış yorumluyoruz. Zekâ ve yeteneğin asıl ölçeği olarak görüyoruz. Oysa matematik de, diğerleri gibi öğrenilmesi gereken bilgilerdendir. Öğrencinin ilgi ve yeteneğine göre az ya da çok öğretilmelidir. Başka bir deyişle; matematiği ürkütücü kılan psikolojik nedenler öncelikle giderilmelidir.
‘Çocuk psikolojisi üzerinde çalışanlar, çocukların özellikle ilkokulda matematiğe karşı tavır aldıklarını belirtiyorlar. Sorun, hem işlevsellik hem de yöntem sorunudur. Özellikle temel eğitimde öğrenci, öğrendiği bilgileri kullanabilmelidir. Çocuk, günlük hayatında bin bir türlü matematik işlemi ile karşı karşıyadır. Matematiğin sağladığı olanaklarla kavramsal düşünecektir.’(2)
Matematik dersinin her basamakta hayat için olması zorunludur. Yeni yetişen kuşaklara matematiksel görüş, matematiksel düşünüş vermek artık bir zorunluluktur. Matematiği bir eğitim olgusu olarak düşünmek gerekir ve matematiği diğer derslerle paralel yürütmenin de önemini bilmek gereklidir.
Matematik, “İnsanca” yaşamayı, öğretmeyi hedefler. Öğrencilerin analiz, sentez, kavrama, tümdengelim, tümevarım gibi akıl yürütmelerine olanak sağlar. Öğrencilerin kararlı, düzenli ve sistemli olmalarına yardım eder. Öğrencileri ön yargılardan uzak tutar, sabırlı olmayı öğretir. Edinilen bilgilerin günlük yaşama geçirilmesine etkin olur. Yorum güçlerini geliştirir. Edinilen bilgileri fen ve sosyal bilimlere transfer etme olanağını sağlar. Zihin ve yetenek gelişmesine yardımcı olur.
Matematikte düzenli, planlı ve sabırlı çalışma ile başarılı olunabilir. Soruları çözerken çağrışım, benzerlik yorumlara yer verilmeli, çok uygulama yapılmalıdır. Verimli etkin çalışma ile düzenli tekrar teknikleri kullanılmalıdır, hedef belirlenmeli, program yapılarak kararlı bir biçimde uygulanmalı, başarılı olunacağına inanılmalıdır.
‘İnsanoğlu binlerce yıl boyunca, doğa olaylarını açıklamaya, içinde yaşadığı evreni bilmeye ve doğaya egemen olmaya çabalamaktadır. Bu çabada onun en sağlam aracı, matematiktir. Doğaüstü görünen pek çok olayın açıklaması yine matematikle verilebilmiştir. Ve yine temel yapısı matematiğe dayanan elektrik ve magnetizma kuramı olmadan; radyolarımız çalmaz, televizyonlarımız göstermez, evlerimiz aydınlanmaz, fabrikalarımıza enerji akmaz, röntgen aygıtı çalışmaz, haberleşme ağı kurulamazdı.’ (7)
İnsanlar ufkunu ne kadar geliştirirlerse, matematik de hiç durmadan gelişimini devam ettirecektir. Toplum; bu yeni gelişmeler ve eğilimler sayesinde matematiği daha da geliştirip ondan daha fazla yararlanma olanağını elde edecek ve matematik diğer bilimlerde anahtar görevi görmeye devam edecektir. Süregelen tarihi sürecinde Matematiğin amacının insanların doğuştan getirdiği düşünme kabiliyetini geliştirmek olduğunu söyleyebiliriz. Matematik, bizlere bir kısım bilgiler kazandırarak karşılaşacağımız olay ve problemlerde inceleme, araştırma ve karşılaştırmalar yaptırarak, düzenli ve dikkatli olmamızı, mantıklı düşünmemizi ve her konuda doğruyu bulmamızı sağlar. Problemleri çözerken değişik bağlantıları bulmak insana heyecan verir. Böylece insanda yeni şeyler bulma arzusu doğar. Bütün bilimlerin doğması ve gelişmesi insandaki bu arzudan doğmuş bu da matematik yardımıyla olmuştur. Bu sebeple bütün bilim dallarında matematikten yararlanılır. Matematik nitelikleri değil nicelikleri konu edinir, fakat niteliği bulunan her şeyin sayılabilir ve ölçülebilir olması, matematiğin fen bilimleri ve teknolojinin yanında değil sosyal bilimlerde de vazgeçilmez olmasını sağlamıştır. Bu yüzden matematik her öğrencinin öğrenmesi gereken bir bilimdir.
Temel matematik bilgi ve becerileri edinmemiş bireyin yaşantısını sürdürmede, özgürleşmekte ve yaşam boyu öğrenme sürecinde çeşitli sorunları olacaktır. Bu nedenle hayatın içinden gelen matematiği yine hayatımızı kolaylaştırmak için hayata katarız.
‘Günlük yaşantımızda, okulda ve iş dünyasında matematiğin önemi ve gerekliliği yadsınmamaktadır. Bunun kanıtı, ilköğretimin ilk yıllarından başlayarak zorunlu eğitim süresi içinde öğretim programlarında matematik derslerine zaman çizelgesinde yer verilir; bir üst okulların veya bir mesleğe giriş sınavlarında bir takım matematik soruları sorulur. Bunun, kuşkusuz, bir dizi önemli ve tartışmasız kabul edilen nedenleri vardır. Bunlardan biri, matematiğin güncel yaşamda, düşünme ve karar vermede vazgeçilmez zihinsel etkinlikler içermesi iken diğer bir nedeni de matematiğin bilimsel çalışmalarda ortak dil ve araç olmasıdır. Ancak, başta matematikten ne anlaşıldığı olmak üzere okullarda neyin, niçin, ne ölçüde ve nasıl öğrenme-öğrenme konusu olacağı, sürekli tartışma konusu olmaktadır.’ (4)
‘İnsanlar günlük yaşamda sık sık aritmetikten yararlanmakla birlikte üzerinde hemen hemen hiç düşünmezler. Örneğin; günlük dilde kullandığımız birçok sözcüğün anlamını da pek bilmeyiz. Sorulursa şaşırırız, bocalarız. Aslında düşünmeden yaptığımız birçok davranışın nedenlerini de araştırmayız. Herhangi bir şey satın alan biri ödediği ücreti ve geri aldığı para üstünü sayarken ticaretin başladığı dönemden beri kullanılan bilgileri kullandığını fark etmez bile, temel toplama ve eşitlik kavramlarını kullandığını düşünmez.’ (5) Pazarda alışveriş yaparken, arsasını ölçerken, borsaya bakıp hissesinin değerinin artış miktarını hesaplarken, kişi bilinçli bir şekilde matematik yapmakta, matematik becerilerini ve bilgilerini kullanmaktadır.

Albert Einstein'in buluşları atom bombası izafiyet teorisi


Einstein'ın fizik alanındaki çalışmaları modern bilimi büyük ölçüde etkiledi.
Bu teori üç bölüme ayrılır:
Newton mekaniğinin yasalarını değiştiren ve kütle ile enerjinin eşdeğerli olduğunu öne süren Özel Görelilik (1905);



Eğrisel ve sonlu olarak düşünülen dört boyutlu bir evrene ait çekim teorisini veren Genel Görelilik (1916);
Elektro-manyetizma ve yerçekimini aynı alanda birleştiren daha geniş kapsamlı teori denemeleri.
İlk iki teorinin geçerliliği atom fiziği ve astronomi alanında yapılan deneylerle çok başarılı bir biçimde sınanmıştır; çağdaş fiziğin temel taşları arasında yer alırlar. Einstein atom ile ilgili olarak: "Ben atomu iyi bir şey için keşfettim,ama insanlar atomla birbirlerini öldürüyorlar." demiştir. Ayrıca birçok kişinin ilgisini çeken "Neden Sosyalizm?" adlı yazısı Monthly Review adlı aylık dergisinin, ilk sayısının, ilk yazısıdı

(1879 -1955)

- "Okula gitmem neden gerekiyor, babacığım?" Sert görünüşlü baba, sekiz yaşındaki oğlunu tepeden süzdü.

- "Albert, kara cahil biri olarak mı büyümek istiyorsun, yoksa?"

- "Kara cahil de ne demek?"

İyi döşenmiş geniş salonun öbür ucundan bir kahkaha yükseldi. Baba ile oğul, birlikte, büyük piyano başındaki anneye döndüler.

- "Ah Hermancığım, bilmiyor musun, o oyunda Albert'le başa çıkamayacağını?" "Doğrusunu istersen, ne demek istediğini anlayamıyorum." diye kekeledi kocası.

Eski bir Macar halk şarkısını çalmayı sürdüren bayan Einstein,

- "Haydi, haydi, bilmezlikten gelme. Bilmiyor muyum sanki, Albert'i soru sormaktan vazgeçirmek için sorusuna soruyla yanıt vermek taktiğini!" Ama görüyorsun ya, yürümüyor!" dedi.

Albert seğirterek annesinin yanına gitti; tuşlar üzerinde kayan usta parmaklar ona bir anda ne sorduğunu unutturmuştu. Piyano şarkı söylüyordu, adeta! İki tuşa sert bir vuruşla çalmasını noktalayan anne, taburesinde döndü, oğlunu kolları arasına aldı. Albert'in koyu gür, dalgalı saçlarının üstünden kocasına gülümsedi: - "Görüyorsun ya, Albert'i soru sormaktan alıkoymanın bir yolu vardır: benim müziğim!"

Baba da gülümsedi; bir şey demeğe kalmadan, oğlan annesinin kucağında dönerek,

- "Soru sormak kötü bir şey mi?" diye sordu. Bu kez gülme sırası babasındaydı:

- "İşte sana! Boşuna övünme, senin müziğinin de onu durduracağı yok."

Anne kocasını duymazlıktan gelerek, oğluna döndü:

- "Soru sormanın hiçbir kötü yanı yok, tatlım. Yeter ki, soruların karşındakini küçük düşürmeye ya da kırmaya yönelik olmasın!"

- "Ama ben öyle bir şey yapmıyorum, anneciğim. Bilmediğim o kadar çok şey var ki, sorarak öğrenmek istiyorum; her şeyi öğrenmek istiyorum."

Anne gururla gülümsedi; baba ise biraz duraksamalı,

- "Peki, dediğin gibi gerçekten her şeyi öğrenmek istiyorsan yavrum, okula neden gitmen gerektiğini nasıl sorabilirsin? Okul soruların yanıtlandığı yer değil midir?" diye araya girdi.

- "Değildir, babacığım!" dedi çocuk. "Yanıtlamak şöyle dursun, soru bile sordurmuyorlar, insana. Okuldan hoşlanmıyorum. Hapishanedeymişim gibi sanki. Öğretmenler gardiyanlardan farksız; sıralar arasında gidip gelen gardiyanlar!"

Karı koca birbirlerine tedirgin gözlerle bakıştılar. Albert'in bu suçlamalarına ne diyebilirlerdi ki...

İşte her şeyi sorgulayan bu çocuk, ilerde büyük bilimsel atılımların yanı sıra özentisiz, erdemli bilge kişiliğiyle de tüm dünyanın ilgi odağı olacaktı.

Albert Einstein, Güney Almanya'nın Ulm kentinde dünyaya geldi. Küçük bir elektrokimya fabrikasının sahibi olan babası başarılı bir iş adamı değildi. Annesinin dünyası müzikti; özellikle Beethoven'in piyano parçalarını çalmak en büyük tutkusuydu. Aile Musevî kökenliydi, ama dinsel bağnazlıktan uzak, açık görüşlü, kültürel etkinliklerle zengin bir yaşam içindeydi. Ne var ki, çocuğun ilk yıllardaki gelişmesi kaygı vericiydi. Özellikle konuşmadaki gecikmesi aileyi telaşa düşürmüştü.

Albert, içine kapanıktı; çocukların arasına katılmaktan, oyun oynamaktan hoşlanmıyordu. Okulu sıkıcı buluyor, ezbere dayanan eğitim disiplinine katlanamıyordu. "Gimnazyum"da geçen orta öğrenimi mutsuz ve başarısızdı. Mühendis amcasının özel ilgisi olmasaydı, belki de öğrenimden tümüyle kopacaktı. Amca, yeğene cebir ve geometriyi sevdirdi. Geometri özellikle Albert'i bir tür büyülemişti.

Einstein, yıllar sonra amcasına borcunu şöyle dile getirir: "Çocukluğumda yaşadığım iki önemli olayı unutamam. Biri, beş yaşımda iken amcamın armağanı pusulada bulduğum gizem; diğeri on iki yaşımda iken tanıştığım Öklit geometrisi. Gençliğinde bu geometrinin büyüsüne girmeyen bir kimsenin ilerdi kuramsal bilimde parlak bir atılım yapabileceği hiç beklenmemelidir!"

Einstein, yüksek öğrenimini güç koşullara göğüs gererek Zürih Teknik Üniversitesi'nde yapar. Mezun olduğunda iş bulmak sorunuyla karşılaşır. Üniversitede asistanlık bir yana orta okul öğretmenliği bile bulamaz. Sonunda bir okul arkadaşının yardımıyla Bern Patent Ofisi'nde sıradan bir işe yerleşir; ama asıl dünyası olan bilimden kopmaz; çok geçmeden büyüsü bugün de süren devrimsel atılımlarıyla yaratıcı dehasını kanıtlar. 1905'te Annalen der Physik dergisinde yayımlanan üç çalışmasının her biri, fizik tarihinde bir dönüm noktası sayılabilecek nitelikteydi.

Bunlardan biri, şimdi "fotoelektrik etki" dediğimiz bir olaya ilişkindi. Newton, ışığı tanecikler akımı, kimi bilim adamları ise dalga devinimi diye nitelemişti. Aslında ışığın davranışını açıklamada iki kuramın birbirine bir üstünlüğü yoktu; ancak, Newton'un adı parçacık kuramına bir tür ağırlık sağlamaktaydı.

Ne var ki, 19. yüzyılın başlarında Young'la başlayan, Fresnel ve daha sonra Faraday ve Maxwell'in çalışmalarıyla pekişen deneyler dalga kuramına belirgin bir üstünlük sağlamıştı. Einstein'ın fotoelektrik çalışması bu gelişmeyi bir bakıma tersine çevirmekle kalmaz, Planck'ın 1900'de ortaya sürdüğü kuantum teorisini de çarpıcı bir biçimde doğrular.

Daha az bilinen ikinci çalışma "Brown devinimi" denen bir olayı açıklıyordu. 1850'lerde İngiliz botanikçisi Robert Brown, mikroskopla polenleri incelerken, taneciklerin su içinde gelişigüzel sıçramalarla devinim içinde olduğunu gözlemlemişti. Ancak bu gözlem 1905'e dek açıklamasız kalır.

Einstein'ın bugün de geçerliliğini koruyan açıklaması oldukça basittir: Son derece hafif olan polenlerin ani kımıltıları, su moleküllerinin çarpmalarıyla oluşuyordu. Gerçi molekül kavramı yeni değildi; ancak en güçlü mikroskop altında bile görülemeyecek kadar küçük olan moleküllerin varlığı ilk kez bu açıklamayla kanıtlanmış oluyordu.

Yüzyılımızın başında Ernst Mach gibi kimi seçkin fizikçilerin bile gözlemsel kanıt yokluğu gerekçesiyle atom teorisine uzak durdukları bilinmektedir. Öyle ki, bu olumsuz tutum, gazların kinetik teorisinin kurucusu Boltzman'ı intihara sürükleyecek kadar ileri gitmişti. Einstein'ın açıklaması, bu tutuma son vermekle fiziğin içine düştüğü bir tıkanıklığı giderir.

1905'in bilim dünyasına yeni bir ufuk açan üçüncü ve en önemli çalışması, Özel Görecelik (Special Relativity) kuramıdır. Bu kuram, Einstein'ın genç yaşında kendini gösteren bir merakına dayanır. Daha on dört yaşında iken Einstein, "Bir ışık ışınına binmiş olsaydım, dünya bana nasıl görünürdü, acaba?" diye sormuştu.

19. yüzyılın sonlarında ışığın hızına ilişkin Michelson-Morley deneyi, bu merakı derinleştiren bir sorun ortaya koymuştu: Ses ve başka dalga olaylarının, tersine ışık hızının referans sistemine görecel olmayışı! Saatte 100 km hızla ilerleyen bir lokomotifin, iki istasyon arasında düdük çaldığını düşünelim. Sesin ön ve arka istasyonlara değişik hızlarla ulaşacağını biliyoruz: Öndeki istasyona normal ses hızından saatte 100 km daha fazla, arkada kalan istasyona ise saatte 100 km daha yavaş bir hızla ulaşır. Oysa trendeki insanlar için sesin hızında bir değişiklik yoktur; ön ve arka uçlara normal hızıyla aynı anda ulaşır. Sesin hızı gözlemcinin hızına göreceldir.

Işığa gelince Michelson Morley deneyleri, ışığın öyle davranmadığını göstermekteydi. Işık kaynağı ile gözlemcinin birbirine görecel hareketlerine ne olursa olsun ışık hızında bir değişiklik gözlemlenmemekteydi. Bu beklenmeyen bir sonuçtu; çünkü, sesin hava aracılığıyla yayıldığı gibi, ışığın da "esir" denen gizemli bir ortam aracılığıyla yayıldığı ve gözlemcinin hareketine bağlı olduğu sanılıyordu. Esir gözlemlenebilir bir nesne değildi; ama öyle bir kavram olmaksızın optik olgular nasıl açıklanabilirdi? Kaldı ki, Maxwell'in elektromanyetik teorisi de esir türünden bir ortam varsayımına dayanıyordu.

Einstein'ın getirdiği çözüm, deney sonuçlarını yansıtan şu iki temel ilkeyi içermektedir.

1) Doğa yasaları ivmesiz hareket eden tüm sistemler için aynıdır;

2) Işığın hızı, kaynağına göre hareket halinde olsun veya olmasın, her gözlemci için aynıdır.

Özel Görecelik Kuramı'nın öncüllerini oluşturan bu iki temel ilke, yeterince anlaşılmadıkça, Einstein devrimini kavramaya olanak yoktur. Kuramın içerdiği tüm önermeler, bu öncüllerin mantıksal sonuçlarıdır. Aslında deneysel nitelikte olan bu iki ilkenin yol açtığı kuramsal devrim, ilk bakışta şaşırtıcı görünebilir. Ama sonuçlarına bakıldığında şaşkınlık, yerini büyük bir hayranlığa bırakmaktadır.

Sonuçlardan biri, bir gözlemciye bağıl olarak nesnelerin hareketleri yönünde uzunluklarının kısaldığı, kütlelerinin arttığı öndeyişidir. Örneğin, bir topu ışık hızına yakın (yakın, çünkü kurama göre ışık hızını yakalamaya ve aşmaya olanak yoktur) bir hızla uzaya fırlattığımızı varsayalım: Hareket dışındaki bir gözlemci için top bir tepsi gibi yassılaşırken, kütlesi büyük ölçüde artar. Hızı kesildiğinde top, önceki biçim ve kütlesine döner.

Kurama göre hızı ışık hızına erişen bir nesnenin oylumu sıfır, kütlesi sonsuz olur. Ancak öyle birşey düşünülemeyeceğinden, hiçbir nesnenin ışık hızıyla hareketi beklenemez. Başka bir deyişle, kütle eyleme direnç demek olduğundan, kütlenin sonsuzlaşması hareketin yok olması demektir.

Daha az şaşırtıcı olmayan bir sonuç da, zamanın görecelliği. Örneğin, birbirine tam ayarlı iki saatten birini çok hızlı bir roketle uzaya yolladığımızı düşünelim. Bu saatin yerdeki saate göre daha yavaş çalıştığı görülecektir. Roket saniyede yaklaşık 260,000 km hızla yol alıyorsa, yerdeki saatin yelkovanı iki tam dönüş yaptığında roketteki saatin yelkovanı ancak bir tam dönüş yapacaktır. Oysa rokette bulunan gözlemci için öyle bir yavaşlama söz konusu değildir; saat normal hızıyla çalışmaktadır. Ne var ki, bu kişi dünyaya döndüğünde kendisini karşılayan ikiz kardeşini daha yaşlanmış bulacaktır.

Kuramdan matematiksel olarak çıkan bu sonuçlar daha sonra deneysel olarak doğrulanmıştır.

Kuramın belki de en önemli (atom bombası nedeniyle en çok bilinen) bir sonucu da madde ve enerji eşdeğerliliğine ilişkin denklemdir: (Denklemde E enerji, m kütle, c ışık hızı olarak kullanılmıştır).

Başlangıçta bu ilişkinin önemi yeterince kavranmamıştı. Einstein'ın denklemi içeren yazısını yayımlamakta güçlükle karşılaştığını biliyoruz. Oysa küçük bir kütlenin büyük bir enerji demek olduğunu ortaya koyan bu denklem yıldızların (bu arada Güneş'in) ışığı nasıl ürettiğini de açıklamaktaydı.

Kuramın evren anlayışımız yönünden de kimi sonuçları olmuştur. Bunlar arasında en önemlisi, hiç kuşkusuz uzay ve zaman kavramlarını birleştiren dört boyutlu uzay zaman kavramıdır.

Özel Görecelik kuramı düzgün doğrusal (ivmesiz) hareket eden sistemlerle sınırlıydı. Einstein'ın 1915'te ortaya koyduğu Genel Görecelik kuramı ise birbirine göre hızlanan veya yavaşlayan (yani ivmeli hareket eden) sistemleri de kapsıyordu. Öyle ki, birinci kuramı, kapsamı daha geniş ikinci kuramın özel bir hali sayabiliriz.

Özel Görecelik, Newton'un mekanik yasalarını değiştirmişti. Genel Görecelik daha ileri giderek "gravitasyon" kavramına yeni ve değişik bir içerik getirmekteydi. Klasik mekanikte gravitasyon, kütlesel nesneler arasında çekim gücü olarak algılanmıştı. Buna göre, örneğin bir gezegeni yörüngesinde tutan şey, kütlesi daha büyük Güneş'in çekim gücüydü.

Oysa, Genel Görecelik kuramına göre, gezegenleri yörüngelerinde tutan şey Güneş'in çekim gücü değil, yörüngelerin yer aldığı uzay kesiminin Güneş'in kütlesel etkisinde oluşan kavisli yapısıdır. Öyle bir uzay yapısında, nesnelerin başka türlü hareketine fiziksel olanak yoktur. Genel kuram, ayrıca gravitasyon ile eylemsizlik ilkesini "gravitasyon alanı" adı altında tek kavramda birleştiriyordu.

Bu noktada Einstein'ın, Maxwell'in "elektromanyetik alan" kavramından esinlendiği söylenebilir. Nitekim tanınmış bilim tarihçisi I.B. Cohen'in bir anısı bunu doğrulamaktadır: "Ölümünden iki hafta önce Einstein'ı ziyarete gitmiştim. Sekreter beni çalışma odasına aldı. İki duvar döşemeden tavana kitaplıktı. Bir duvar geniş penceresiyle bahçeye bakıyordu; diğerinde iki tablo asılıydı: Elektromanyetik teorinin kurucuları Faraday ile Maxwell'in portreleri!

Genel Görecelik kuramının tüm mantıksal yetkinliğine karşın, hemen benimsenmesi bir yana anlaşılması bile kolay olmamıştır. Eddington'a, "kuramı yalnızca üç kişinin anlayabildiği söyleniyor, doğru mu?" diye sorulduğunda, ünlü astrofizikçi bir an duraklar, sonra "üçüncü kişinin kim olduğunu düşünüyordum." der.

Bir kez, Özel kuramın tersine Genel kuram, fizikte çözümü istenen herhangi bir soruna yönelik bir arayışın ürünü değildi. Sonra, kuramı doğrulayan gözlemsel bir kanıt henüz ortada yoktu; üstelik, 1915'in teknolojik olanakları kuramın deneysel yoklanması için yeterli değildi. Kuramın öndeyilerinden yalnızca biri yoklanmaya elveriyordu; ancak içinde bulunulan savaş koşulları bunu da güçleştirmekteydi.

Einstein, kuramından öylesine emindi ki, deneysel yoklamada ortaya çıkacak olumsuz herhangi bir sonucu kuramın yanlışlığı için yeterli sayacağını bildirmekten kaçınmıyordu.

Olgusal yoklanmaya elveren öndeyi şuydu: kuram doğruysa, Güneş'in gravitasyon alanından geçen bir ışık ışınının, eğrilmesi gerekirdi. Bu etkiyi gündüz aydınlığında belirlemeğe olanak olmadığı için, Güneş'in tutulmasını beklemekten başka çare yoktu.

Astronomlar Güneş'in 1919 Mayıs'ında tutulacağını, gözlem bakımından en uygun yerin Afrika'nın batısında Prens Adası olabileceğini bildirmişlerdi. Eddington'un önderliğinde bir grup bilim adamının gerçekleştirdiği gözlem ve ölçmeler öndeyiyi doğrulamaktaydı. Sonuç İngiliz Kraliyet Bilim Akademisi tarafından açıklanır açıklanmaz bilim dünyası bir tür büyülenir; Einstein, Newton düzeyinde bir yücelik simgesine dönüşür.

Kuram daha sonra başka gözlemlerle de doğrulanmıştır. Bunlardan biri açıklanmasında klasik mekaniğin yetersiz kaldığı bir olaya (Merkür gezegeninin perihelisinin kaymasına), bir diğeri, Güneş (ve diğer yıldız) atomlarının saçtığı ışığın frekans düşüklüğü nedeniyle spektral çizgilerin spektrumun kırmızı ucuna doğru kayması olayına ilişkindir.

Özel Görecelik kuramı gibi Genel Görecelik kuramının da ilk bakışta çelişik görünen ilginç sonuçları vardır. Örneğin, kurama göre, evren büyüklük bakımından sonlu ama sınırsızdır. Gene kuram evrenin giderek ya büyümekte ya da küçülmekte olduğunu içermektedir (Nitekim yıldız kümeleri üzerindeki gözlemler evrenin büyümekte olduğunu göstermiştir).

Einstein, bu kuramıyla da yetinmez; yaşamının son otuz yılını daha da kapsamlı bir kuram oluşturma çabasıyla geçirdi. Evrende olup bitenleri bir tek ilke altında açıklamak, insanoğlunun, kökü klasik çağa inen değişmez bir arayışıdır. Thales tüm varlığı suya, Pythogoras sayıya indirgeyerek açıklamaya çalışmıştı.

Modern çağda Oersted, Faraday ve Maxwell'in elektrik ve manyetik güçleri özdeşleştirme yoluna gittiklerini görüyoruz. Einstein'ın da ömür boyu süren düşü buna yönelikti: Doğanın tüm güçlerini (gravitasyon, elektrik, manyetizma, vb.) "birleşik alanlar" dediği temel bir ilkeye bağlamak. Bu düşün gerçekleştiği söylenemez belki; ama Einstein, çağdaş fiziğin egemen akımı dışında kalma pahasına, umudundan hiçbir zaman vazgeçmez. Evrenin nedensel düzenliliği onda bir tür dinsel inançtı. "Seçeneğim kalmasa, doğa yasalarına bağlı olmayan bir evren düşünebilirim belki; ama doğa yasalarının istatistiksel olduğu görüşüne asla katılamam. Tanrı, zar atarak iş görmez!" diyordu.

Kuantum mekaniğini yetersiz ve geçici sayan çağımızın (belki de tüm çağların) en büyük bilim dehası, kendi yolunda "yalnız" bir yolcuydu; çocukluğa özgü saf ve yalın merakı, evren karşısında derin hayret ve tükenmez coşkusuyla ilerleyen bir yolcu!

Tüketici kimdir,tüketici hakları nelerdir,ayıplı ve kusurlu mal


KUSURLU MAL ALANLARIN HAKLARI NELERDİR?

Alışverişlerinizde:

  • Satın aldığınız mallardan belirli standartları bekleme hakkına sahipsiniz.
  • Aldığınız malda hiçbir ayıp olmamalıdır.
  • Ambalajında , kılavuzunda yada reklamlarında belirtilen veya satıcının vaat ettiği özelliklere sahip olmalıdır.
  • Herhangi bir malı satın alırken sözleşme yapmadıysanız,satıcı ile olan her türlü konuşmanız sözleşme sayılır.

    Bir malı aldıktan sonra ayıplı olduğunu fark ederseniz; Satın aldığınız tarihten itibaren 15 gün içinde şunlardan birini yapma hakkına sahipsiniz.
  • Ayıplı malın değiştirilmesini,
  • Ödediğiniz bedelin iadesini,
  • Ayıbın neden olduğu değer kaybının bedelden indirilmesini,
  • Ücretsiz olarak tamirini talep edebilirsiniz.


    • Eğer malın ayıbı gizli ise veya hile ile gizlenmişse, hakkınız 2 yıldır.
    • Ayıplı bir maldan dolayı maddi veya manevi bir zarara uğramışsanız bu zararınızı, satıcı veya üretici veya ithalatçı karşılamak zorundadır.
    • Bir şikâyetin çözümlenmesinde zorlanıyorsanız daha fazla çaba gösterin.
    • Size zorluk çıkaran veya yardımcı olmayan satıcıya, hakem heyetine gideceğinizi söylemeniz bile yeterli olabilecektir.
    • Haklı olduğunuza inanıyorsanız, hakkınızı aramak için size gösterilen tüm yollara başvurun.
    • Zira böyle bir durumda hakkınızı aramazsanız sadece sizin zarara uğramanız değil, aynı zamanda tüketiciye saygılı olmayan satıcıyı ödüllendirmek ve başkalarının da benzer zararlara uğramasına sebep olmak anlamına gelir.

Tüketici kimdir?
Tüketici; bir mal veya hizmeti özel amaçlarla satın alarak kullanan veya tüketen gerçek veya tüzel kişidir. Ticari emellerle mal satın alanlar tüketici değildir. Şirketler, ticari iş yaptıkları için kural olarak tüketici değildirler; ancak nihai kullanım amacıyla büroya gıda, kırtasiye alıyorlarsa tüketici olarak değerlendirilirler.

Tüketicinin korunması neden önemlidir?
Çünkü insan, ‘beşikten mezara kadar’ tüketicidir. Teknolojik gelişmelerle birlikte toplu üretim yapılabilmesi sonucunda insan sağlığına zararlı pek çok mal ya da hizmet piyasaya sunulabilmektedir. Bütün dünya insanlarının ırk, renk, dil, siyasi görüş ve benzeri unsurlardan bağımsız olarak taşıdıkları evrensel kimlik, paylaştıkları ortak yazgı, tüketici olmalarıdır. Bu kadar geniş bir kitlenin korunması elbette önemli bir husustur.

Ayıplı mal ya da hizmet nedir?
Ambalajında, etiketinde, tanıtma ve kullanım kılavuzunda yer alan veya satıcı tarafından vaad edilen nitelik ve/veya niceliğine aykırı olan, tahsis veya kullanım amacı bakımından değerini veya tüketicinin ondan beklediği faydaları azaltan ya da ortadan kaldıran; maddi, hukuki veya ekonomik eksiklikleri içeren mal veya hizmetlere denir. Daha yalın bir ifadeyle arızalı, bozuk, yırtık, kullanım tarihi geçmiş, defolu, özürlü mal ve hizmetler ayıplı mal ya da hizmetlerdir.

Ayıplı mal ya da hizmet satıldığında tüketici neler yapabilirler?
Aldığı malı vererek ödediği parayı geri alabilirler. Aldığı ayıplı malı vererek yenisiyle değiştirilmesini isteyebilir. Maldaki ayıbın giderilmesini, yani tamirini isteyebilir. Ayıp oranında, ödediği ücretten indirim isteyebilir. Tüketici bu haklardan hangisini isterse onu seçebilir. Satıcılar tüketicinin isteği hangisi olursa olsun yerine getirmek zorundadırlar.

Bu hakları kullanmada süre var mıdır?
Tüketici, malın tesliminden itibaren on beş gün içine aldığı malı kontrol etmelidir ve ayıp varsa satıcıya bildirmelidir. Eğer ayıp gizli ise ve birkaç ay sonra ortaya çıkmışsa, en geç 2 yıl içinde aynı hakları kullanabilir.

Bu hakları kime karşı ileri sürülebilir?
Satıcı, bayi, acente, imalatçı, ithalatçı, üreticilerden herhangi birisine karşı bu hak kullanılabilir.

Bu hakları yerine getirmezlerse tüketici ne yapmalıdır?
Bu isteklerinin yerine getirilmesi için “Tüketici Sorunları Hakem Heyetleri”ne gidebilir. Bu heyetler, her valilik ve kaymakamlık bünyesinde kuruludur. Yalnızca bir dilekçe ve aldığı malın faturası ya da fişi ile başvurabilir. Hiçbir masraf alınmaz. Bu heyetin verdiği karar bağlayıcı değildir. Tüketici verilen karardan memnun olmazsa mahkemeye başvurabilir.

Taksitli satışlarda tüketicilerin ne gibi hakları var?
Öncelikle tüketiciye, yapılan sözleşmenin örneği verilmelidir. Malın peşin satış fiyatı, toplam borç miktarı, ödeme tarihleri gibi bilgilerin verilmesi gerekir. Tüketici borçlarının tamamını ya da bir kısmını vadesinden önce ödeyebilir. Önce ödeme halinde, eklenen faiz miktarında indirim yapılması zorunludur.

Kapıdan satışlarda tüketicilerin hakları nelerdir?
Kapıdan satış yapılması halinde, satıcının tüketiciye “cayma bildirim belgesi” vermesi gerekir. Bu belge, tüketicinin 7 gün içinde hiçbir gerekçe göstermeksizin malı geri verebileceğine ve ödediği parayı geri alabileceğine ilişkin bir taahhüttür. Tüketici kararını değiştirirse 7 gün içinde malı vererek ödediği parayı geri alabilir.

Garanti belgeli satışlarda tüketici hakları nelerdir?
Garantili satış halinde, satıcı garanti belgesini doldurarak tüketiciye vermek zorundadır. Garanti belgesi, malda çıkan herhangi bir arızanın, servisine ya da satıcısına bildirilmesi durumunda hiçbir ücret ödemeden arızanın tamirini, bu mümkün değilse malın değiştirilmesini sağlar. Garanti süresi 1 yıldan az olamaz, ancak daha uzun bir süre olabilir. Malda ayıp çıkması halinde tüketici, isterse ayıplı mallara ilişkin haklarını, dilerse garanti belgesinden doğan haklarını kullanabilir.

Tüketici örgütlenmesi nedir?
Tüketicileri bilgilendirmek, haklarını öğretmek ve değişik düzenlemeler yapılırken tüketicileri temsil etmek amacıyla birçok tüketici dernekleri kurulmuştur. Bu dernekler değişik mercilerde tüketicileri temsil ederler. Tüketiciler herhangi bir derneğe üye olabilir ve onların desteğinden yararlanabilirler.

Atatürk'ün Tarım ve Çiftçi İle ilgili Sözleri nelerdir?


Atatürkün Tarım Hakkındaki Düşünceleri

Milli ekonominin temeli tarımdır. Bunun içindir ki tarımda kalkınmaya büyük önem vermekteyiz. Köylere kadar yayılacak programlı ve pratik çalışmalar bu amaca yayılmayı kolaylaştıracaktır.


Fakat bu çok önemli işi isabetle amacına ulaştırabilmek için ilk önce ciddi etütlere dayalı bir tarım politikası tespit etmek ve onun için de, her köylünün ve bütün vatandaşların kolayca kavrayabileceği ve severek tatbik edebileceği bir tarım rejimi kurmak lazımdır. Bu politika ve rejimde yer alabilecek başlıca önemli noktalar şunlar olabilir:
Bir defa, memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemli olanı ise bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın hiçbir sebep ve suretle bölünemez bir nitelikte olması, büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri arazi genişliği, arazinin bulunduğu memleket bölgelerinin nüfus yoğunluğuna ve toprağın verim derecesine göre sınırlandırılması lazımdır.
Küçük büyük bütün çiftçilerin iş makinalarını arttırmak yenileştirmek ve korumak önlemleri vakit geçirmeden alınmalıdır...
Memleketi; iklim, su ve toprak verimi bakımından, tarım bölgelerine ayırmak gerekir. Bu bölgelerin her birinde, köylülerin gözleriyle görebilecekleri, çalışmaları için örnek tutacakları verimli, modern pratik tarım merkezlerinin kurulmalıdır.
Gerek mevcut olan ve gerekse de bütün memleket tarım bölgeleri için yeniden kurulacak tarım merkezlerinin kesintiye uğramadan tam verimli olarak faaliyetlerini, şimdiye kadar olduğu gibi devlet bütçesinden ağırlık vermeksizin kendi gelirleriyle kendi varlıklarının idaresini ve gelişmesini sağlayabilmeleri için, bütün bu kurumlar birleştirilerek geniş bir işletme kurumu oluşturulmalıdır.
Bir de başta buğday olmak üzere, bütün gıda ihtiyaçlarımızla sanayimizin dayandığı çeşitli hammaddeleri temin ve dış ticaretimizin esasını oluşturan çeşitli ürünlerimizin ayrı ayrı her birinde, miktarlarını arttırmak, kalitesini yükseltmek, üretim masraflarını azaltmak, hastalık ve düşmanlarıyla uğraşmak için gereken teknik ve yasal her önlem zaman geçirilmeden alınmalıdır.

Atatürk'ün Tarım ve Çiftçi İle ilgili Sözleri
Milletimiz çok büyük elemler, mağlûbiyetler, facialar görmüştür. Bütün olanlardan sonra yine bu topraklarda bulunuyorsa bunun temel sebebi şundandır: "Çünkü Türk çiftçisi bir eliyle kılıcını kullanırken, diğer elindeki sapanla topraktan ayrılmadı. Eğer milletimizin büyük ekseriyeti çiftçi olmasaydı biz bugün dünya yüzünde bulunmayacaktır." 1923 (Atatürk'ün S.D. II, S. 117)
Efendiler! Milletimiz çiftçidir. Milletin çiftçilikteki çalışmasını yeni ekonomik tedbirlerle son hadde eriştirmeliyiz. Köylünün çalışmasının neticeleri ve verimleri kendi menfaati lehine son hadde çıkarmak ekonomik siyasetimizin temel ruhudur. 1922 (Atatürk'ün S.D. II, S. 219)
Türk köylüsünü 'Efendi' yerine getirmedikçe memleket ve millet yükselemez. (Mahmut Esat Bozkurt, Yakınlarından Hatıralar S. 94)
Kılıç kullanan kol yorulur, nihayet kılıcı kınına koyar ve belki kılıç o kında küflenmeye, paslanmaya mahkûm olur. Fakat sapan kullanan kol gün geçtikçe daha ziyade kuvvetlenir ve daha çok kuvvetlendikçe daha çok toprağa malik ve sahip olur. (1923)
Eğer milletimizin çoğunluğu çiftçi olmasaydı, biz bugün dünya yüzünde bulunmayacaktık. (Mart 1928)
Milletimiz çiftçidir. Milletin çiftçilikteki emeklerini asrî, iktisadî tedbirlerle azamî haddine çıkarmalıyız. Köylünün çalışmalarının netice ve semeresini kendi menfaati lehine azamî haddine yükseltmek, istisadî siyasetimizin temel taşıdır. (1922)
Onun için, bir yandan çiftçinin emeğini arttıracak ve semereli kılacak bilgi, vasıta ve fennî aletlerin kullanma ve yapılmasına, öte yandan onun çalışmalarının neticelerinden azamî derecede faydalanmasını temin edecek iktisadî tedbirlerin alınmasına çalışmak lâzımdır. (1922)
Uygulamalar
Tarım Alanında Gelişme:
Cumhuriyet Hükümeti'nin tarım ve çiftçinin iyileştirilmesi amacıyla kabul ettiği esaslar şunlardır:
Köylüden ağır vergileri kaldırmak.
Köye para ve kredi sağlamak.
Köylünün ürününü geliştirme ve koruma.
Köylünün bilgi ve görüşünü yükseltmek.
Toprağı olmayan çiftçilere toprak dağıtmak.
Osmanlı İmparatorluğu'nda Aşar adı verilen ve her türlü toprak gelirinin %10'unun devlete verildiği vergi sistemiyle köylü ezilmiş ve sefalete götürülmüştür. Cumhuriyet hükümeti Aşar usulünü kaldırmaya karar verdi (17 Şubat 1925). Yerine arazi vergisi kondu.

Köylüye Para ve Kredi Temini:
Köylüye üretim sermayesi sağlamak amacı ile uzun vadeli ve faizsiz olarak 4 bin lira dağıtıldı. Bu para ile köylü üretim yapabilmek amacıyla gerekeneksiklerini tamamladı. Ziraat Bankası kredi şartlarını kolaylaştırdı. Köylülere kredi verilmesini sağladı. 1929 yılında Tarım Kredi Kooperatifleri kuruldu. Çiftçilere kredi bulmak imkanını verdi.

Tarımı Geliştirme ve Koruma:
Köylülere pulluk dağıtıldı. Traktör kullanan çiftçiler korundu. Ziraî Donatım Kurumu, çiftçinin tarım aleti, makine ve kimyasal gübre ihtiyacını sağladı. Halka parasız fidan verdi. Numune çiftlikleri açtı. Dalaman Çiftliği en büyük numune çiftliği haline getirildi. Ankara'da Gazi Orman Çiftliği'ni kurdu. Hükümet buğday fiyatını korumak için gerekli gördüğü zaman Ziraat Bankası ve "Toprak Mahsulleri Ofisi" aracılığı ile buğday alım satış işlerini de üzerine aldı.

Atatürk 1925 yılından itibaren kendisine ait çiftliklerde geleneksel tarım anlayışını kökten değiştiren uygulamalar gerçekleştirdi; köylüye örnek oldu. Atatürk'ün Ankara'da Gazi Orman Çiftliği, Silifke'de Tekir, Yalova'da Baltacı, Tarsus'ta Piloğlu, Dörtyol'da Karabasamak çiftlikleri ve Ankara'da Bira Fabrikası vardı. Bu işletmeler 1925 yılından beri tarımda yeniliklerin uygulatılması ve yaygınlaştırılmasında kullanılıyordu. Atatürk 1937 yılı Haziran ayında devlete bağışladı.
Cumhuriyet döneminde Ankara, Eskişehir, Erzurum ve Yeşilköy'de hububat ıslah istasyonları; Adana ve Nazilli'de pamuk ıslah istasyonları; Adapazarı'nda patates ve mısır ıslah istasyonu; Bursa, Antalya, Diyarbakır, Edirne ve Denizli'de ipek böcekçiliği istasyonu, Kayseri'de yonca istasyonu, Antalya'da sıcak iklim nebatları ıslah istasyonu kuruldu. Tarım aletleri, makineleri ve ilaçlarının satın alınarak halka tanıtılması amacıyla 1937 yılında Zirai Kombinalar İdaresi kuruldu.

Tarımsal Eğitim:
Çağdaş anlamda tarım eğitimi için Atatürk'ün direktifiyle şimdiki Meteoroloji Genel Müdürlüğü'nün yerinde Ankara Ziraat Yüksek Mektebi açılır. Kapatılmış olan uygulama okullarının yerine 1930 yılında İstanbul, Bursa, İzmir ve Adana'da birer orta ziraat okulu açılır. Ankara'da 1930 yılında kurulan Yüksek Ziraat Okulu, 16 Haziran 1933'te Yüksek Ziraat Enstitüsüne dönüştürülür. Bu enstitü gerek kuruluşu ve gerekse akademik faaliyetiyle tam bir "Tarım Üniversitesidir". 1933 yılında Türkiye tarımının geliştirilmesi için Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü faaliyete geçti, 1 Ocak 1948 yılında Ankara Üniversitesi'nin kurulmasıyla aynı Enstitü, Ziraat Fakültesi adını aldı. Zamanla ziraat fakültesi bünyesinde veteriner, ziraat sanatları ve orman bölümleri açılmış ve bugünkü üniversitelerimizin temeli de bu süreçle birlikte başlamıştır. Ziraat okulları ile diğer tarım kuruluşları teknik bilgileri çiftçilere ulaştırmak ve teknik elemanlara yeni bilgiler vermek amacı ile kurslar açarak bu alandaki eksiklikleri gidermek için önemli aşamalar kaydetmiştir.

Topraksız Çiftçiyi Topraklandırma:
Cumhuriyet'in ilk yıllarında, köylünün büyük bir kısmının topraksız olması, tarımsal üretimi olumsuz etkilemekteydi. Dönemin hükümeti, köylüyü toprak sahibi yapmak için birçok kanunlar çıkardı. 1925'de kabul edilen bir kanunla birlikte; Devlete ait arazilerin, uygun bir arazi yoksa devlet tarafından arazi alınıp köylüye dağıtılmasına başlanmıştır. İlk on yılda köylüye 1.077.526 dönüm arazi dağıtılmıştır. Toprak sahibi olan köylünün toprak, tohumluk, tarım araçları borçlarının 20 yılda ödenmesi sağlanmıştır. İlk işletilen arazi, yeni yetiştirilmeye başlanan fidanlıklar, bağlar ve zeytinliklerden belirli bir süre için vergi alınmaması kuralı kabul edilmiştir.
Atatürk'ün Çiftliklerinin Devlete Bağışı İçin Yazdığı Dilekçe
(Dilekçenin orijinalini görmek için tıklayınız)

T.C.RİYASETİ
BAŞVEKALETE
Malum olduğu üzere, ziraat ve ziraai ihtisas sahasında fenni ve ameli tecrübeler yapmak maksadı ile muhtelif zamanlarda memleketin muhtelif mıntıkalarında mütaaddit çiftlikler tesis etmiştim.
On üç sene devam eden çetin çalışmaları esnasında faaliyetlerin; bulundukları iklimin yetiştirdiği her çeşit mahsulattan başka, her nevi ziraat sanatlarına da teşmil eden bu müesseseler; ilk senelerden başlayan bütün kazançlarını inkişaflarına sarf ederek büyük küçük müteaddit fabrika ve imalathaneler tesis etmişler, bütün ziraat makine ve aletlerini yerinde ve faydalı şekilde kullanarak bunların hepsini tamir ve mühim bir kısmını yeniden imal edecek tesisat vücuda getirmişler, yerli ve yabancı birçok hayvan ırkları üzerinde çift ve mahsul bakımından yaptıkları tetkikler neticesinde, bunların muhite en elverişli ve verimli olanlarını tespit etmişler, kooperatif teşkili suretiyle veya aynı mahiyette başka suretlerle civar köylerle beraber faydalı şekilde çalışmışlar, bir taraftan da iç ve dış piyasalarla daimi ve sıkı temaslarda bulunmak suretiyle faaliyetlerini ve istihsallerini bunların isteklerine uydurmuşlar, ve bugün her bakımdan verimli, olgun ve çok kıymetli birer varlık haline getirmişlerdir. Çiftliklerin, yerine göre araziyi ıslah ve tanzim etmek, muhitlerini güzelleştirmek, halka gezecek, eğlenecek ve dinlenecek sıhhi yerler, hilesiz ve nefis gıda maddeleri temin eylemek, ihtikarla fiili ve muvaffakiyetli mücadelede bulunmak gibi hizmetleri de zikre şayandır.
Bünyelerinin metanetini ve muvaffakiyetlerinin temelini teşkil eden geniş çalışma ve ticari esaslar dahilinde idare edildikleri ve memleketin diğer mıntıkalarında da mümasilleri tesis edildiği takdirde, tecrübelerini müspet iş sahasından alan bu müesseselerin ziraat usullerini düzeltme, istihsalatı artırma ve köyleri kalkındırma yolunda devletçe alınan ve alınacak olunan tedbirlerin hüsnü intihap ve inkişafına çok müsait birer amil ve mesnet olacaklarına kani bulunuyorum ve bu kanaatle, tasarruflum altındaki bu çiftlikleri bütün tesisat, hayvanat ve demirbaşlarıyla beraber hazineye hediye ediyorum. Çiftliklerin arazisi ile tesisat ve demirbaşını mücmel olarak gösteren bir liste ilişiktir.
Muktazi kanuni muamelenin yapılmasını dilerim.
II-VI-1937.
Kemal ATATÜRK

Şükran ile
Heyeti vekileye arz edilmiştir.
Maliyeye
İsmet İNÖNÜ
23.6.37

dil ve kültür arasındaki ilişki nedir,dil kültür etkileşimi


Dilin sosyal bir varlık olduğundan söz ederken, tabiatta insanların teker teker var olduklarına; ancak, teker teker değil topluluklar halinde yasayarak birbirinden ayrı toplumları oluşturduklarına işaret edilir. Öteki canlılardan farklı olarak duygu, düşünce, konuşma, gelişme ve yaratıcılık gibi özelliklere de sahip olan insanoğlu, bir yandan maddî ve manevî ihtiyaçlarını karşılayabilmek, bir yandan da doğayla ve diğer insanlarla olan ilişkilerini düzene koyabilmek için çeşitli sosyal organizasyonlara gitme gereğini duymuştur. Bir arada yaşama ihtiyacının ortaya koyduğu sosyal organizasyonların doğal nitelikteki en küçük örneği aile, en büyük ve en geniş örneği de millettir.


Ailede, maddî ve manevî yakınlıklara dayanan bir sosyal bütünleşme vardır. Bu bütünleşme, aile fertleri arasındaki "akrabalık bağları" ve "aile bilinci" ile gerçekleştirilmiştir. Millet dediğimiz toplulukta ise, sosyal bütünleşme, o topluluğu oluşturan bireyler arasındaki ortak kabullerden doğan ortak özellikler ile sağlanmıştır. Bu ortak özellikler, onların yaşayış biçimlerinden, hayat ve olaylar karşısındaki tutum ve davranış tarzlarından kaynaklanan yakınlıklar, benzerlikler ve tıpkılıklardır. Üstelik tarih boyunca da süregelmiştir. Böylece, ailedeki soya dayanan akrabalık bağının yerini, millet varlığında yaşayış düzenindeki ortak tutum ve davranışlardan kaynaklanan "bir sosyal akrabalık" bağı almıştır. Bu bağ ve aynı toplumdan olma duygusu, fertleri birbirine perçinleyen ortak bir toplum bilinci oluşturmuştur. Böylece, millet dediğimiz toplum türü, aralarında hiçbir yakınlık bulunmayan gelişigüzel fertlerin meydana getirdiği bir topluluk olmaktan çıkarak, birbirine sosyal akrabalık bağları ile bağlanmış ve toplum bilinci ile kenetlenmiş kişilerin oluşturduğu sağlıklı ve sistemli bir organizasyona dönüşmüştür.


Millet varlığında sosyal akrabalık bağım kuran ve toplum bilincin; oluşturan çeşitli öğeler ve "ortak değerler" vardır. Bunların hepsine birden kültür adını veriyoruz. Dil kültürün temel taşıdır.


Dil - kültür ilişkisini gereğince kavrayabilmek için, bu ilişkiye geçmeden önce, kültürün ne olduğu, özellikleri ve öğeleri üzerinde biraz durmamız gerekiyor.

Atatürk'ün yurtdışına gönderdiği sanatçılar kimlerdir?

İşte gurur tablosu.işte cumhuriyet'in ihtiyar delikanlıları...




Arka sıra soldan sağa: Nüvit Arıcan, Necip Tolon, Emin Ünalan, Haşim Şensoy, Lütfullah Ulukan, Mustafa Bayram, Tahsin Önalp, Şükrü Topsakal. Oturanlar soldan sağa: Prof. Seyfettin Saraçoğlu, Adnan Erkmenol, Bedrettin Sarp, Suat Seyhun.


Atatürk'ün öğrencileri buluştu


Melis CALAPKULU



Atatürk'ün, Cumhuriyet'in ilk yıllarında eğitim almaları için yurtdışına gönderdiği yüzlerce öğrenciden çok azı hayatta. Çoğu 90'ını aşmış, Türkiye'de büyük başarılara imza atan bu öğrencilerden bir bölümü, yılda iki kez bir araya geliyor..

Türkiye'deki pek çok sorun eğitim eksikliğine bağlanır. "Eğitim şart!" der dururuz. Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk de eğitimin şart olduğuna inandı ve bu ülkenin gelişmesi, çağdaş medeniyet seviyesine ulaşması için bu konuda somut girişimlerde bulundu. Bu girişimlerden biri de, cumhuriyetin yeni kurulduğu yıllarda yetenekli bazı öğrencileri, eğitim için yurtdışına göndermesiydi. Milli Eğitim Bakanlığı, Maden Tetkik Arama Enstitüsü, Sümerbank gibi farklı kurum ve kuruluşların açtığı sınavları kazanan yetenekli öğrencilerden kimi mühendislik, kimi tıp eğitimi almaya gittiler yurtdışına.

KİTABA KONU OLDULAR

Çoğu Almanya'ya, bazıları da Fransa, İsviçre, Amerika gibi ülkelere gönderildi. Döndüklerinde, her biri branşında büyük başarılara imza attı. Bazıları eğitimci olup bilgilerini paylaştı, bazılarıysa modern Türkiye'nin inşaasında görev aldı. İlgilenenler için belirtelim, geçen yıl Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'dan çıkan, Kansu Şarman'ın Türk Promethe'ler Cumhuriyet'in Öğrencileri Avrupa'da adlı kitabında, 'Cumhuriyet öğrencileri'nin tarihçesi ve bazı öğrencilerin yaşamları detaylarıyla yer alıyor. İşte o dönem, Atatürk'ün teşvikiyle yurtdışına okumaya giden bu yüzlerce öğrenciden bugün pek azı hayatta. Onların da çoğu 90'lı yaşlarını sürüyor. İçlerinden bazıları, tekstil mühendisi Nüvit Arıcan'ın çabalarıyla son beş yıldır, her 23 Nisan ve 10 Kasım'larda bir araya geliyor; hem geçmişi hem geleceği konuşuyor hem de Atatürk'ü yad ediyorlar. Nüvit Arıcan, "Biz Atatürk gençliğiyiz. Dürüst ve çalışkan bir topluluğun az sayıda kalan bir bölümüyüz. Buluşmalarımızda tabii ki ülkenin durumuyla ilgili günün havası eser ama genel olarak politika konuşmayız. Biz politik değil kültürel bir topluluğuz. Bizler artık bazı konuların içine, aktif olarak girecek yaşta değiliz," diyor.







Atatürk'ün1927 yılında türk müzisyenleri yurt dışına gönderişini türk beşlileri diye adlandırılan bu grubun isimleri şunlardır.

Cemal Reşit Rey
Cemal Reşit Rey, ( 25 Ekim 1904 Kudüs – 7 Ekim 1985 İstanbul ) Cumhuriyet tarihinin ilk kuşak bestecilerinden, Türk Beşleri grubunun bir üyesi, Onuncu Yıl Marşı, Lüküs Hayat opereti gibi ünlü eserlerin yaratıcısı.
Yaşamı
Çocukluğu ve Gençliği
Babasının Kudüs mutasarrıflığı görevinde bulunduğu sırada doğdu. Müziğe küçük yaşta annesinden aldığı piyano dersleriyle başlamıştır. Daha sonraları İstanbul'a yerleşen aile İkinci Meşrutiyet'ten sonra, siyasi sebeplerden 1913 yılında Paris'e göçmek zorunda kaldı. Dönemin kültür başkentinde müzik çalışmalarını piyanist Marguerite Long'la devam ettirdi. I. Dünya Savaşı'nın başlaması üzerine ailesiyle İsviçre'ye giden Cemal Reşit, Cenevre Konservatuvarı'nda eğitimini sürdürmüş ve bestecilikte ustalık sınıfına kadar yükselmiştir. Babasının Dahiliye Nezaretine atanmasıyla anayurda dönerler ancak burada ders aldığı hocasının seviyesini aştığından 1920'de yine tek başına Paris'e dönerek Marguerite Long'la eğitimine kaldığı yerden devam ederken, Paris Konservatuvar'ında Paul Laparra ile bestecilik, Gabriel Faure ile müzik estetiği, Henri Defosse ile orkestra şefliği çalışmıştır. Cumhuriyet'in ilanından kısa bir süre önce Paris Konservatuvarı'ından mezun oldu.
1923'de 19 yaşında Türkiye'ye dönerek, Dar-ül Elhan'da henüz açılmış Klasik Batı Müziği bölümünün aynı zamanda genç Türkiye Cumhuriyeti'nde klasik batı müziğinin kurucuları arasında yer almıştır.
Olgunluk Çağları
Ankara ve İstanbul radyolarında uzun yıllar görev yapan Rey, yurtdışında birkaç konser verdi. Çoksesli Türk müziğini geniş kitlelere yaymak amacıyla, Türk halk müziği ezgilerinden yararlanarak,1933 ve (1937) yıllarında gibi çok sevilen operetler besteledi. Bunların dışında konçertoları, senfonik şiirleri ve başka orkestra yapıtları da olan Rey, meşhur Onuncu Yıl Marşı ve Lüküs Hayat'ın da bestecisidir.
Son yılları ve ölümü
1970'lerde Cemal Reşit Rey, Haldun Dormen'in sahneye koyacağı bir müzikalin siparişini alır. Erol Günaydın'ın librettosunu yazdığı Yaygara büyük başarı kazanır. Ardından Uy Balon Dünya isimli ikinci bir müzikal yapılır ama aynı başarıyı yakalayamaz. 1980'lerde Rey iyice kendi dünyasına çekilir. 1985'de Lüküs Hayat 51 yıl aradan sonra yine aynı sahnede İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda sahnelenecektir. Cemal Reşit Rey, gala gecesi için özel olarak hastaneden çıkarılır ve Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'na getirilir. Eser yıllar sonra yine büyük bir başarı kazanır. Bundan kısa bir süre sonra İstanbul'da vefat eder.
Cemal Reşit Rey sarayla yakın ilişkileri olan, son Osmanlı ailelerinden birinin oğluydu. 25 Ekim 1904'te Kudüs'te doğdu. Babası Ahmet Reşit Bey, o dönemde Kudüs'e mutasarrıf olarak atanmıştı. Cemal Reşit'in müziğe yeteneği o yıllarda ortaya çıktı. Diğer çocuklar sokakta oynarken o bulduğu bir akordiyonu çalmaya ve ondan çıkan sesleri taklit etmeye çalışıyordu. Beş yaşındayken ailecek İstanbul'a geldiler. Burada bir yandan ilkokula giderken, bir yandan da piyano çalışmaya başlar. Galatasaray Lisesi'nde okumaya başladığı yıllarda babasının politik durumu nedeniyle 1913 yılında zorunlu olarak Paris'e taşınırlar. Burada özellikle Fransa Cumhurbaşkanı Raymond Poincare aileye sahip çıkar. Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasına çok az zaman vardır ve Ahmet Reşit Bey ve ailesi dünyanın kültür başkenti Paris'te yaşamaya başlarlar.Cemal Reşit Bey daha çocuk yaşlarında Mahler'i orkestra yönetirken görecek, konservatuvarda onu müdür ve ünlü besteci Gabriel Faure dinleyecektir. Faure onu dinledikten sonra ünlü pedagog Marguerite Long'a telefon açar ve "Madam size bir Türk çocuğu gönderiyorum ve hiçbir şey söylemiyorum, kendiniz göreceksiniz" der. Sonra babasına dönerek "Oğlunuz hayatta müzikten başka hiçbir şey yapamaz" diye onun müzik dehasını hemen keşfeder. Debussy'nin öğrencisi, Ravel'in en yakın dostlarından ve eserlerini en iyi yorumlayan piyanistlerden biri olan Marguerite Long, 19 yaşına kadar hiç para almadan Cemal Reşit'in eğitimi ile yakından ilgilenecektir.
Ahmet Reşit Bey ve ailesi, savaş başlayınca Paris'te uzun süre kalamazlar. Cenevre'ye yerleşirler. Cemal Reşit eğitimine burada Cenevre Konservatuvarı'nda devam ederken, normal lise eğitimini de sürdürür. Konservatuvarın ustalık sınıfına kadar yükselir ancak 1919'da babası dahiliye nazırlığına atanınca İstanbul'a gelirler. Baba oğlunu hemen İstanbul'da bir piyano öğretmenine götürür. Ancak çocuğun piyano bilgisi öğretmeninkinden fazladır. Cemal Reşit bu kez tek başına Paris'e eğitime gönderilecek, tekrar Marguerite Long'la çalışmaya başlayacaktır. Konservatuvarda Gabriel Fauret'den müzik estetiği dersleri alır. Besteci, piyanist ve orkestra şefliği üzerinde eğitim görür. Daha okul yıllarında besteleriyle ilgi çekmeye başlar.
Cemal Reşit, cumhuriyetin ilanından iki ay önce Paris Konservatuvarından mezun olur. Bu arada İstanbul Belediyesi Darülelhan'a (ilk konservatuvar) batı müziği bölümü açılmasına karar verilir ve hoca olarak genç Cemal Reşit çağrılır. Bu onun için dünyanın en büyük mutluluğudur. Henüz 19 yaşındadır, onu Avrupa'da büyük bir kariyer beklemektedir ancak hocalarının tüm engellemelerine karşın İstanbul'a döner. Belki Batı'daki büyük kariyerini bırakmıştır ama, Cemal Reşit Rey Türkiye'de klasik müziğin kuruluşuna öncülük etmiş, pek çok öğrenci yetiştirmiş ve yaşamı boyunca müzik dünyasının hep bir numarasında yaşamıştır. Türkiye'ye döndükten sonra yaşamı boyunca artık kendi ülkesinden hiç ayrılmayacak, çeşitli orkestralar kurup, bunlarla yurt içi ve dışında konserler yönetecek, dünyanın en ünlü sanatçılarını şef olarak Türkiye'de ağarlayacak, Türkiye'de bir yandan klasik müziğin yaygınlaşması için çalışırken, öte yandan yazdığı operetlerle tiyatro dünyasında unutulmayacak eserlere imza atacaktır.
Cemal Reşit Rey'in yaşamı sürekli çalışarak, üreterek geçti. Ailesiyle birlikte oturdukları Nişantaşı'nda Şair Nigar Sokak'taki konukta anne babası, ağabeyi Ekrem Reşit, kız kardeşi Semine ve eşi Semih Argeşo ile birlikte yaşıyorlardı. Semih Argeşo Cemal Bey'in kurup yönettiği İstanbul Senfoni Orkestrası'nın baş kemancısıydı. Semine Hanım da orkestrada keman çalıyordu. Konakta hem ciddi klasik müzik çalışmaları yapılıyor, hem de ağabeyi Ekrem Reşit'le birlikte müzikaller üzerine çalışıyorlardı. Cemal Bey'in müzikalleri zevk almasının ötesinde yapacağı klasik müzik çalışmalarında özellikle yurt dışı konserlerinde değerlendirmek için para kazanmaya yönelik olarak da yaptığı oluyordu. Çünkü özellikle o yıllarda Türkiye'de klasik müzik yapmak bir misyoner gibi çalışmayı gerektiriyordu. Babasının ölümü, ardından Semine Hanım ve eşinin ayrı bir eve çıkarak konaktan ayrılmaları, Ekrem Reşit Bey'in ve 1962'de annesinin ölümü ile Cemal Bey'in konak yaşamı son buldu. Koca İstanbul'da tek başına kalmıştı. Yanında ağabeyine çok iyi baktığı için aile emektarı olan Rıfkı Ergün ve ailesiyle birlikte Serencebey'de bir apartman dairesine taşınır. Orkestradan emekli olan Cemal Bey, piyano dersleri vermekte, yine evi eski dostları ve öğrencileri ile dolup taşmaktadır ama artık o eski debdebeli günler geride kalmıştır. Bir zamanlar şık giysileri ile her yerde dikkat çeken Cemal Reşit Rey üzerinde eski kıyafetleri, mütevazı evi ile onu eskiden tanıyanların içlerini acıtmaktadır. Giderek Rıfkı Ergün'ün ailesini kendi ailesi gibi görmeye başlar. Hele içlerinde sağır dilsiz olan Melek'i özel bir ihtimamla büyütür.
1970'lerde Cemal Reşit Rey, Haldun Dormen'in sahneye koyacağı bir müzikalin siparişini alır. Ağabeyinin ölümünden sonra müzikal yazmamaya karar veren Rey, Erol Günaydın'ın yazacağı metinleri müzikleyebileceğini söyleyerek herkesi şaşırtır. Erol Günaydın'la kısa süre içinde çok iyi dost olurlar ve Yaygara 70 büyük başarı kazanır. Ardından Uy Balon Dünya isimli ikinci bir müzikal yapılır ama aynı başarıyı yakalayamaz. 1980'lerde Cemal Bey iyice kendi dünyasına çekilir. 1985'de Lüküs Hayat 51 yıl aradan sonra yine aynı sahnede İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda sahnelenecektir. Cemal Bey, gala gecesi için özel olarak hastaneden çıkarılır ve Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'na getirilir. Eser yıllar sonra yine büyük bir başarı kazanmıştır. Haldun Dormen ve Gencay Gürün onu alkışlar arasında sahneye çıkarırlar. Anlatılmaz derecede mutludur. Seyirci onu dakikalarca ayakta alkışlar. Bu onun son sahneye çıkışı olacaktır. Ertesi gün tekrar hastaneye yatırılır ve buradan ikinci çıkışında Edirnekapı'daki aile mezarlığına defnedilecektir.



Ulvi Cemal Erkin
, (d. 14 Mart 1906 – ö. 15 Eylül 1973), Türk klasik müzik bestecisi.
14 Mart 1906 tarihinde doğdu. Galatasaray Lisesi'ni bitirdikten sonra yetenekli gençler için açılan yarışmayı kazanarak Cezmi Rıfkı Erinç ve Ekrem Zeki Ün ile birlikte 1925'te devlet tarafından Paris Konservatuvarı'na gönderildi. Ayrıca, burada uzun yıllar Amerika’da kompozisyon öğretmenliği yapan ve ilk kadın orkestra şefi olarak da bilinen Nadia Boulanger ile “Ecole Normale Musique”’de kompozisyon çalışmıştır. 1930 senesinde Türkiye'ye geri dönerek Musiki Muallim Mektebi’nde piyano ve armoni öğretmenliğine başlamıştır.
Aynı sene Musiki Muallim Mektebi'nde öğretmen olarak göreve başladı. Aynı okulda öğretmen olan piyanist Ferhunde Remzi ile 29 Eylül 1932'de evlendi.
1943 Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)'nin açtığı beste yarışmasının büyük ödülünü Ahmet Adnan Saygun ve Hasan Ferit Alnar'la paylaştı. Ulvi Cemal Erkin bu yarışmaya Köçekçe ve Piyano Konçertosu ile katılmış ve Piyano Konçertosu ödüle layık görülmüştür. Ulvi Cemal Erkin o dönemde verdiği bir mülakatta konçerto yazma fikrini kendisine ünlü piyanist Alfred Cortot'nun verdiği söylemiştir.
Bu piyano konçertosu aynı senenin 11 Mart'ında Riyaseti Cumhur Orkestrası tarafından şef Dr. Ernst Praetorius yönetiminde ve Ferhunde Erkin'in solistliğinde seslendirilmiştir. Dönemin Almanya büyükelçisi Franz von Papen'nin girişimleri ile 8 Ekim 1943 tarihinde bombardıman altındaki Berlin'de Berlin Şehir Orkestrası tarafından seslendirilmiştir. Berlin Şehir Orkestrası'nın Fritz Zaun yönetmiş, solist yine Ferhunde Erkin olmuştur.
Ulvi Cemal Erkin, 15 Eylül 1972 tarihinde geçirdiği kalp krizi sonucunda hayata veda etmiştir.
Ulvi Cemal Erkin, Palm Academique, Legion d'Honneur şövalye ve officiale nişanları ile ufficiale derecesinde İtalyan Cumhuriyet nişanını almıştır. 1971 senesinde devlet sanatçısı olan besteciye ölümünden sonra 1991 senesinde Sevda-Cenap And Müzik Vakfı tarafından onur altın madalyası verilmiştir. PTT de 1985 senesinde besteci adına bir pul çıkartmıştır.

Ulvi Cemal Erkin'in eserlerinden bazıları ve ilk çalınışları:
• 20.04.1946 1. Senfoni (bestecilerimizin senfonik alanda yazdığı ilk eser).
• Piyano için sonat.15 Ocak 1948’de eşi tarafından çalınmıştır.
• Keman konçertosu.2 Nisan 1948’de Ulvi Cemal Erkin yönetiminde Riyaseti Cumhur Filarmoni Orkestrası eşliğinde Licco Amar tarafından Devlet Opera ve Tiyatro Binası’nın açılış töreninde çalınmıştır.
• 2.nci Senfoni.2 Temmuz 1958’de Karl Oehring yönetiminde Münih Filarmoni Orkestrası tarafından Almanya’da seslendirildi.
• Keloğlan bale müziği.2 Haziran 1950. Koreografisinin Dame Ninet de Valois’nin üstlendiği, Erkin’in “5 damla piyano” eserinin orkestralaması.
• Altı prelüd.İlk defa 20 Kasım 1949’da Gülay Uğurtan’ın resitalinde çalınmıştır.
• 7 halk türküsüivan, Ah Hanifem, Çamdan Sakız Akıyor, Ayın Ondördü, Maya, Türkmeni, Bülbül.
• 15.12.1972 Şef Hikmet Şimşek yönetiminde Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası eşliğinde, bas Ayhan Baran tarafından “Ah hanifem, Çamdan Sakız Akıyor, Ayın Ondördü ve Divan” söylenmiştir. Türkülerin tamamı gene Ayhan Baran tarafından 6 Ocak 1978’de seslendirilmiştir.
• Konçertant Senfoni.1966’da yazıldı. 10 Kasım 1967’de Prof.Lessing tarafından yönetildi. Piyanoda Verda Erman vardı.
• Senfonik Bölüm (Büyük Orkestra için) 1968-1969’da yazılmıştır. 8 Ekim 1976’da Şef Perisson yönetiminde seslendirilmiştir.
1930’lu yılların başından itibaren Türkiye’nin kültürel değişim döneminde, hem eğitim hem de müzik alanında önemli roller oynayan Türk Beşleri’nden biri de Ulvi Cemal Erkin’dir. Türk makamlarına ait dizileri almış, ancak makamlara ait seyirler yerine farklı yürüyüşler ve melodik yapılar kullanarak asıl makamın önerdiğinden farklı renkler ve hisler yakalamıştır.
Alanındaki ilk ürünlerini Paris’te veren besteci, Türkiye’ye döndükten sonra da kompozisyon çalışmalarını sürdürür.
Eserleri
ŞAN VE ORKESTRA ESERLERİ
1. “Bülbül ve Ayın Ondördü”, soprano ve küçük orkestra için, 1932.
2. “Yedi Halk Şarkısı”, basbariton ve orkestra için, 1936 – 1939..
KORO ESERLERİ
1. “İki sesli Halk Şarkıları”, (On parça), 1936..
2. “Yedi Halk Türküsü”, Karma Koro İçin, 1943..
3. “On Halk Türküsü”, Karma Koro İçin, 1963..
4. “Yedi Halk Şarkısı”, Şan ve Piyano için, 1936..
ORKESTRA ESERLERİ
1. “İki Dans”, büyük orkestra için, 1930..
2. “Bayram”, büyük orkestra için, 1934..
3. “Köçekçeler” orkestra için rapsodi, 1943...
4. “1. Senfoni”, 1944 – 1946.
5. “2. Senfoni”, 1948 – 1951.
6. “Senfonik Bölüm”, büyük orkestra için, 1969.
7. “Senfonik Episodlar”, (yarım kaldı), 1970 – 1971.
KONÇERTOLARI
1. Piyano Konçertosu, 1942. İlk seslendirme Ferhunde Erkin.
2. Keman konçertosu, 1947.
SOLO ÇALGI VE ORKESTRA ESERLERİ
1. “Konçertino”, piyano ve orkestra için, 1932.
2. “Senfoni Konçertant”, piyano ve orkestra için, 1966.
ODA MÜZİKLERİ
1. “Yaylılar Dörtlüsü”, 1935 – 1936.
2. “Beşli”, piyano, iki keman, viyola ve viyolonsel, 1943.
3. “Sinfonietta”, yaylılar için, 1951 – 1959.
PİYANO ESERLERİ
1. “Beş Damla”, piyano için, çocuklar için yedi kolay parça, 1931.
2. “Duyuşlar”, piyano için on bir parça, 1937.
3. “Sonat”, piyano için, 1946.
4. “Altı Prelüd”, piyano için, 1965 – 1967.
KEMAN VE PİYANO ESERLERİ SAHNE YAPITLARI
1. “Ninni, Improvisation ve Zeybek Türküsü”, 1929 – 1932.
2. “Karagöz”, çocuk oyunu için müzik, 1940.
3. “Keloğlan”, bale müziği, 1950.
OPERA ÇEVİRİLERİ
1. Pietro Mascagni/Cavalleria Rusticana, (Erkin ve Fuat Turkay).
2. Georges Bizet/Carmen, (Erkin ve Akses).
3. Charles Gounod/Faust, (Erkin ve Akses).
4. Giuseppe Verdi/Aida, (Erkin ve Akses).
5. Gioacchino Rossini/Sevil Berberi, (Erkin ve Akses).
6. Giacoma Puccini/İl Tabarro,(Erkin ve Halil Bedii Yönetken).
7. Giuseppe Verdi/Othello, (Erkin ve Akses).
8. Richard Strauss/Salome, (Erkin ve Saadet İkesus).
9. Ludwig van Beethoven/Fidelio, (Erkin ve Akses).





Hasan Ferit Anlar
(1906-1978) dünya müzikçileri arasında “geleneksel” müzikten gelerek evrensel müziğe geçen ve bu alanda uluslararası başarılar elde etmiş Türk bestecilerindendir. Klasik Türk Müziği öğeleriyle Batı müziği tekniklerini bağdaştırma çalışmalarıyla tanınır.
Yaşamı [değiştir]
Küçük yaşta geleneksel sanat müziğine başlayan ve on dört yaşındayken İstanbul’da bir “kanun virtüozu” olarak ün yapan Alnar, ilk gençlik yıllarında özel olarak armoni, kontrpuan ve füg dersleri alarak yeteneğini çoksesli müzik alanına kaydırdı. 16 yaşındayken ilk bestesini yaptı. O yıllar İstanbul Sultanisi'nde (İstanbul Lisesi) okuyor, aynı zamanda geceleri, Darüt Talimi Musikisi topluluğuyla sahneye çıkıyordu. Yine o sıralar aynı toplulukla Berlin'e giderek Alman Polydor firması için birkaç plak doldurdu. Bu yolculuklarından birinde Berlin Yüksek Okul müdürü ve besteci Franz Schreker ile tanışan Alnar çok sesli bestelerinin Schreker'in ilgisini çektiğini görünce, bitirmek üzere olduğu İstanbul Mimarlık Akademisi'nden ayrıldı ve devlet bursuyla 1927'de Viyana'ya yerleşti. Viyana Devlet Müzik Akademisi'nin bestecilik bölümünde Joseph Marx'ın öğrencisi oldu, ardından Oswald Kabas ile orkestra şefliği çalıştı.
1932’de Türkiye’ye döndü ve İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda orkestra şefliği, Belediye Konservatuarı’nda müzik tarihi hocalığı yaptı. 1936’da Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’na (Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası) şef olarak atandı ve Ankara’da ilk opera temsilerini hazırladı. Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası’nın şefi Dr. Praetorius’un ani ölümü üzerine, orkestranın şefliğini 1946 yılında üstlenen Hasan Ferit Alnar, altı yıl boyunca sürdürdüğü bu görevi, sağlığının bozulması dolayısıyla bırakmış, bir süre sonra tekrar Viyana'ya yerleşip çeşitli orkestraları konuk şef olarak yönetmiştir. 1964 'te yurda döndükten sonra sanat yaşamını başkentte sürdürmüştür.
Yapıtlarında Klasik Türk müziği bilgisinden büyük ölçüe yararlanan Alnar’ın bu açıdan en çok dikkati çeken yapıtı, 1944-1951 yılları arasında bestelediği Kanun ve Yaylı Sazlar Orkestrası İçin Konçerto’dur. İlk kez 1958’de yaylı sazlar dörtlüsü eşliğinde Ferit Alnar tarafından Ankara’da seslendirilen yapıt, daha sonra Cem Mansur yönetimindeki orkestra eşliğinde Ruhi Ayangil tarafından uzunçalara kaydedildi. Bu konçertoyla, Türkiye’de ilk kez geleneksel bir çalgıyı “solo” olarak değerlendirmiştir.
Türk halk müziğine de ilgi gösteren Hasan Ferit Alnar, halk müziği gereçlerini örneğin “Prelüd ve iki Dans” adlı orkestra yapıtında kullanmıştır. Bestecinin en çok seslendirilen yapıtlarından bir başkası da "Viyolonsel Konçertosu"dur. Sanatçı, Türkiye’de çekilen tümüyle renkli ilk film olan Halıcı Kız’ın müziğini de bestelemiş ve kanunu kendisi seslendirmiştir. Klasik Türk Müziği alanındaki besteleri ise son dönemde sık sık seslendirilmeye başlamış ve kayıtları yayınlanmıştır.
Türk beşlerinin içinde yer alan Alnar, teksesli Türk Müziğinden yetişmiş olmasıyla ayrı bir yere sahiptir.
KANUN KONÇERTOSU
Ferid Alnar daha önce tasarladığı bu konçertoyu 1946 yılında Roma'da bulunduğu sıralarda yazmaya başlamış ve ertesi yıl Ankara'da tamamlamıştır. Kanun Konçertosu ilk defa 1951 yılında Viyana Radyosu'nda Viyana Senfoni Orkestrası işliğinde yayınlanmıştır. Alnar, daha sonraları konçertonun 3. bölümünü beğenmeyerek bu bölümü yeniden yazmıştır. İlk bölümü teması Giriftzen Asım Bey'in "Rast Peşrev"inden esintilidir. Kadansta kanun taksimi sergilendikten sonra,ana temanın tekrarlanmasıyla bölüm biter. İkinci bölüm kanun ve orkestranınm diyaloğunu saba makamının etkisinde mistik bir hava ile sürdürür. Hareketli üçüncü bölümde ana tema kanun ve orkestra tarafından birlikte işlenerek Rast Peşrevi'ne ulaşan çizgilerle sona erer.
Eser bestecisinin dışında Ruhi AYANGiL ( 1988, Ankara) ve Tahir Aydoğdu (1997,İstanbul,CRR Senfoni Ork.),2O-21 Kasım I998 Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası şef T.Strugala tarafından seslendirilmiştir.7 Aralık 1998'de de SCA Vakfı'nın düzenlediği ödül töreni ile 1998 yılı en büyük ödülü cumhurbaşkanımız tarafından Ferit Alnar'a verilmiş, bu ödül töreni sonrası konçerto Anadolu Yaylı Çalgılar Dörtlüsü ve Tahir Aydoğdu tarafından tekrar seslendirilmiştir. Aynca 26-27 Şubat I999'da İzmir Devlet Senfoni Orkestrası ile şef Hikmet ŞİMŞEK yönetiminde Kanun Konçertosu Tahir Aydoğdu'nun solistliğinde tekrar seslendirilmiştir.
Eserleri [değiştir]
ŞAN VE ORKESTRA ESERİ
“Üç Şarkı”, soprano ve orkestra için, 1948.
ORKESTRA ESERLERİ VE KONÇERTO
“Romantik Uvertür”, 1932. “Prelüd ve İki Dans”, 1935. “Türk Suiti”, 1936. “İstanbul, Orkestra Suiti”, 1937 – 1938. “Viyolonsel Konçertosu”, 1943. “Kanun Konçertosu” kanun ve yaylılar orkestrası için, 1944 – 1951.
ODA VE SAHNE MÜZİKLERİ
Trio, “Fantezi”, 1929. “Süit”, keman ve piyano için, 1930. Yaylılar Kuarteti, 1933. “Yalova Türküsü”, 1932. “Sarı Zeybek”, 1932. Goethe’nin “Faust”u üzerine müzik, 1944.
FİLM VE GELENEKSEL MÜZİK ESERLERİ
“İstanbul Sokakları”, 1931. (Film Müziği) “Namık Kemal”, 1949. (Film Müziği) “Halıcı kız”, 1953. (Film Müziği) “Kelebek Zabit”, tek sesli operet, 1922. “On Saz Semaisi”, 1926. “Bayati Araban Peşrev”, 1927. “Bayati Araban Saz Semaisi”, 1927. 'Segah Peşrev”, 1927. “Sözsüz Romans”…



Ahmet Adnan Saygun
Adnan Saygun, (Ahmed Adnan Saygun) (d. 7 Eylül 1907, İzmir – ö. 6 Ocak 1991, İstanbul). Klasik batı müziğinde yapıtlar vermiş bir Türk bağdarı, müzik eğitimcisi ve budun müzik bilimcisidir (etnomüzikolog). İlk Türk operasının bestecisi de olan Saygun, devlet sanatçısı ünvanını alan ilk sanatçıdır. Cumhuriyet Dönemi Türk musikisinin en çok seslendirilen eserlerinden Yunus Emre orotoyosu en önemli yapıtıdır.

Yaşamı [değiştir]
Önemli din bilginleri yetiştirmiş İzmirli köklü bir aileden gelen Adnan Saygun'un babası sonradan İzmir Milli Kütüphanesi'nin kurucuları arasında yer alacak olan Mahmut Celalettin Bey'dir.
Adnan Saygun, daha ilkokul yıllarında başladığı müzik çalışmalarına, sanat eğitimine ağırlık veren bir okul olan İzmir İttihat ve Terakki İdadisi 'nde, 13 yaşında İzmir'de İsmail Zühtü'den ders alarak sürdürdü. 1922 yılında Macar Tevfik Bey 'in öğrencisi oldu. 1925 yılında Fransız La Grande Encyclopedie'den müzikle ilgili makaleleri çevirerek birkaç ciltlik büyük bir 'Musiki Lugati' meydana getirdi. 1926 yılında İzmir Erkek Lisesi'nde bir süre müzik öğretmenliği yaptıktan sonra, 1928 yılında devlet bursuyla müzik eğitimi için Paris'e gönderilen Saygun, Opus I sıra numaralı Divertissement adlı orkestra eserini de öğrenciliği sırasında bu kentte yazmıştır. Saygun’un bu bestesi 1931 yılında Paris’teki bir beste yarışmasında ödül kazanmış, Paris ve Varşova 'da seslendirilmiştir. Eser böylece, 1925'de Cemal Reşit Rey 'in yine Paris'te seslendirilmiş bulunan iki eserinden sonra yurtdışında icra edilen üçüncü Türk orkestra eseri olmuştur.
Saygun, 1931'de Türkiye'ye dönüp bir süre müzik öğretmenliğinden sonra, 1934 yılında Cumhurbaşkanlığı Orkestrası bir yıl boyunca yönetti. CSO şefi olduğu dönemde devlet başkanı Atatürk 'ün talebiyle, Türkiye'yi ziyaret edecek olan İran Şahı şerefine ilk Türk operası olan op.9 Öz Soy Operasını bir ay gibi çok kısa bir sürede yazdı. Bu opera, Türk Milleti’nin doğuşunu, İran ve Türk milletlerinin kökü uzak tarihe dayanan kardeşliğini ifade etmekteydi.
Devlet konservatuvarlarında etnomüzikoloji bölümleri açılması yönünde çalışmalar yapmış, ancak bunlar Atatürk'ün desteğine rağmen maalesef ilgili kurumlarca hayata geçirilememiştir.
Saygun, 1934 yılında yine Atatürk'ün talebiyle Taşbebek operasnı besteledi. Bu operada yeni Cumhuriyet insanının doğuşunu anlattı.
Kulağındaki bir rahatsızlık nedeniyle tedavi için İstanbul'a giden Saygun, İstanbul Belediye Konservatuvarı'nda öğretmenliğe geri döndü. Saygun, Yunus Emre Orotoryosu adlı ünlü yapıtının seslendirilişine kadar sürecek olan bir gözden düşme dönemine girmişti. Ankara'da yeni bir konservatuvar kurma çalışması vardı ne var ki bu çalışmalar Saygun'un savunduğu kültürel ulusallık fikrini değil, evrensel müzik anlayışını destekleyenler tarafından sürdürülmekteydi. Konservatuvar, bu iş için danışman olarak getirilen konservatuvar Paul Hindemith'in evrenselci müzik görüşleri doğrultusunda 1936 yılından kuruldu. Adnan Saygun ise 1936 yılında ülkemize gelen Macar besteci ve etnomüzikolog Bela Bartok a Anadolu gezisinde eşlik etmekteydi. Birlikte özellikle Osmaniye dolaylarından derledikleri türküleri notalaştırdılar. Çalışmaları, Bela Bartok’un Türkiye’deki Halk Müziği Araştırmaları başlıklı bir kitap haline getirilerek 1976 yılında Macar ilimler Akademisi tarafından İngilizce bastırılmıştır.
Saygun'un 1942'de tamamladığı Yunus Emre Oratoryosu 1946 yılında Ankara’da seslendirildi ve büyük başarı kazandı. En önemli eseri kabul edilen bu eser, daha sonra Paris'te ve 1958'de Birleşmiş Milletler kuruluş yıldönümü verilesiyle New York 'ta ünlü orkestra şefi Leopold Stokowski yönetiminde seslendirilmiştir. Bu eserle Saygun, çocukluğunda İzmir Kemeraltı Çarşısı'nın Dervişler Caddesi'nde bugün Anafartalar Caddesi Mevlevi dervişlerden duyduğu ezgileri Avrupa ve Amerika'ya, Birleşmiş Milletler çatısı altına, sonradan eserin çevrileceği 5 ayrı dile taşımış oluyordu.
Yunus Emreden sonra, Kerem, Köroğlu, Gilgameş gibi üç büyük opera, Atatürk’e ve Anadolu’ya Destan gibi koral eserler, 5 senfoni, çeşitli konçertolar, orkestra, koro, oda müziği eserleri, vokal ve enstrümantal parçalar, sayısız türkü derlemeleri, kitaplar, araştırmalar, makaleler yazdı. 1971'de yürürlüğe giren Devlet Sanatçılığı Kanunu çerçevesinde ilk Devlet Sanatçısı unvanı Adnan Saygun'a verilmiştir.
A. Adnan Saygun, bir konser için Ankara'ya gelen ancak ülkelerindenk Nazi baskısı nedeniyle geri dönmeyen Budapşete Kadın Orkestrası üyelerinden Macar asıllı Irén Szalai sonradan Nilüfer adını almıştır ile 1940 yılında evlenmiştir, çiftin çocuğu olmamıştır. Saygun, 6 Ocak 1991 tarihinde hayatını kaybetmiştir.
Orkestra, oda müziği, opera, bale, piyano üzerine birçok yapıtı olduğu gibi, etnomüzikoloji ile müzik egitimi konularında yayınları vardır. Çalışmaları ve diğer belgeleri Ankara ’da Bilkent Üniversitesi bünyesinde kurulan Ahmet Adnan Saygun Müzik Eğitim ve Araştırma Merkezinde bulunmaktadır.
Ahmed Adnan Saygun’un yapıtlarının seslendirme üzerindeki hakları SACEM’e aittir. Yayınlanan bir kısım yapıtlarının telif hakları Southern Music Publishing, New York ve Hamburg’taki Peer Musikverlag’a aittir.



Necil Kazım Akses
Yaşamı [değiştir]
Müziksever bir ailenin çocuğu olan Akses, küçük yaşta keman dersleri almaya başlamış, on dört yaşındayken, Mesut Cemil’in viyolonsel öğrencisi olmuştur. İlk beste denemesini de bu yıllarda viyolonsel için yazdığı bir parçayla yapmıştır. Lise öğrenimi sırasında bir yandan İstanbul Belediye Konservatuvarı’nda Cemal Reşit Rey’in armoni sınıfına devam eden Akses, liseyi bitirince kompozisyon öğrenimi için Viyana’ya gider. Viyana Müzik Akademisi’nde 1926 yılında başladığı bu eğitimi, Kleinecke’nin viyolonsel, Joseph Marx’ın armoni, kontrpuan ve füg öğrencisi olarak sürdürmüştür. Akademiyi bitirdikten sonra Prag Devlet Konservatuvarı’na geçen bestecimiz, burada Josef Suj ile kompozisyon, Alois Haba ile mikrotonlar üzerinde çalışmıştır.
1933 yılında Türkiye’ye dönen Akses, Ankara Devlet Konservatuvarı’nın kuruluş çalışmalarını yürüten Paul Hindemith’e yardımcı olmuş, konservatuvarın açılmasıyla kompozisyon öğretmenliğine getirilmiştir.
Necil Kazım Akses, yaratıcılığını 80 yaşından sonra da sürdürmüş, örneğin “5. Senfoni”sini bu dönemde yazmıştır. Onun “Ankara Kalesi” adlı senfonik şiiri, piyano için, “Minyatürler”, keman ve viyola konçertoları, orkestra için “Konçerto” ve “Ballad”ı, beş senfonisi ve yaylılar için dört değerli “Kuartet”i, başlıca yapıtları arasında sayılabilir.
Ankara’da uzun yıllar kompozisyon öğretmenliği yapan Akses, 1948 yılında kurucusu olduğu konservatuvarın müdürlüğüne, 1949 yılında Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğüne, 1954 yılında Bern, 1955 yılında Bonn Kültür Ataşeliğine atanmış, 1958 yılında Türkiye’ye dönünce Ankara Operası Müdürü olmuştur.
Necil Kazım Akses, çağımızın çeşitli kompozisyon tekniklerini ve stillerini yakından tanımıştır. Bülent Tarcan’a göre Akses’in yapıtları, “Yeni – Romantik” eğilimlerle Türk müziğinin birleşimidir. Besteci, büyük boyutlu yapıtları, zengin ve dolgun orkestralamanın, karışık ve yüklü bir üslubun adamıdır. Önder Kütahyalı’ya göre, yapıtları ilk dinleyişte dağınık bir izlenim bırakabilir. Uzun ve duygun cümleler, ana fikirlerin kesin çizgilerle belirlenmesinden kaçınma ve dolgun armoniler, bestecimizin başta gelen özellikleridir. Karanlık orkestra renkleriyle tonsuzluk izlenimi veren yoğun bir kromatizme de rastlanabilir. Son yapıtlarında belirli bir yumuşama ve aydınlık bir yazı görülmektedir. 1970 yılından sonra yazdığı yapıtlar, “Orkestra Konçertosu”nda ve “Bir Divandan Gazel”de görüldüğü gibi, aleotorik (rastlamsal) bir yaklaşımı sergiler. Necil Kazım Akses’in yapıtlarının seslendirme hakkı SACEM’indir.
Yaratıcı çalışmaları yurt dışında da yankılar uyandıran Necil Kazım Akses, başarıları dolayısıyla çeşitli ülkelerden madalyalar, ödüller almıştır.
Ödüller [değiştir]
1. 1957’de Almanya’nın birinci derece “Yaratıcı Hizmet Ödülü”
2. 1963’te, İtalya’nın “Cavalliere Officiale unvanı”,
3. 1973’te, İtalya’nın “Commendatore Madalyası”,
4. 1973’te Tunus’un “Habib Burgiba Sanat, Kültür Madalyası”
1971 yılında “Devlet Sanatçısı” unvanıyla onurlandırılan Necil Kazım Akses, 1981 yılında “Atatürk Sanat Armağanı”nı, 1992 yılında And Vakfı’nın “Onur Ödülü Altın Madalyası”nı almıştır.
Yapıtlar [değiştir]
Operalar [değiştir]
1. “Mete” tek perde, 1933.
2. ”Bayönder”, tek perde, 1934.
3. “Timur” (tamamlanmadı), 1956.
Şan ve Orkestra [değiştir]
1. “Şiir ve Müzik”, basbariton ve orkestra için, 1935.
2. “Senfonik Destan”, soprano, koro ve orkestra için, 1973.
3. “Solocular Geçiti”, soprano, mezzo-soprano, bariton, basbariton ve orkestra için, 1976.
Koro [değiştir]
1. “Çokseslendirilmiş Türküler”, 1938
2. “Konservatuvar Marşı”, (Erkin ile birlikte), 1940.
3. “Eşliksiz Koro Kompozisyonları”, 1947.
4. “On Türkü”, eşliksiz karma koro için, 1964.
5. “50. Yıl Marşı”, 1973.
6. “İstanbul’a Gönül Veren Ozanlar”, eşliksiz koro için, 1983.
Şan ve Piyano [değiştir]
1. “Portreler”, 1965.
2. “Şiirlerle Müzik”, 1975.
3. “Hayır mı, Evet mi”, 1988.
Orkestra [değiştir]
1. “Çiftetelli”, senfonik dans, 1940
2. “Ankara Kalesi”, senfonik şiir, 1942.
3. “Ballade”, büyük orkestra için, 1947.
4. “Eskilerden İki Dans”, 1960.
5. “1. Senfoni”, 1966.
6. “Itri’nin Nevakarı Üzerine Scherzo”, büyük orkestra için, 1970.
7. “Sesleniş”, 1973.
8. “2. Senfoni”, yaylılar için, 1978.
9. “3. Senfoni”, 1980.
10. “Orkestra Konçertosu”, 1976 – 1977.
11. “Barış için Savaş”, senfonik şiir, 1981.
12. “4. Senfoni” (Sinfonia Romanesca Fantasia), viyolonsel ve orkestra için, 1083 – 1984.
13. “5. Senfoni” (Atatürk Diyor ki), retorik senfoni, koro, çocuk korosu, tenor ve org için, 1988.
Konçerto Şiir, viyolonsel ve orkestra için, 1946. Keman Konçertosu, 1969. Viyola Konçertosu, 1977. Idyll, viyolonsel ve orkestra için, 1980.
Oda Müzikleri [değiştir]
1. “Allegro Feroce”, klarnet, saksafon ve piyano için, 1930.
2. “Poéme”, keman ve piyano için, 1930.
3. “Sonat”, flüt ve piyano için, 1933.
4. “Üç Şiir”, mezzo soprano ve yaylılar dörtlüsü için, 1933.
5. “Trio”, yaylılar için, 1945.
6. “1. Yaylılar Dörtlüsü”, 1946.
7. “2. Yaylılar Dörtlüsü”, 1971.
8. “3. Yaylılar Dörtlüsü”, 1979.
9. “4. Yaylılar Dörtlüsü”, 1990.
Solo çalgı için eserleri [değiştir]
1. “Prelüd ve Fügler”, piyano için, 1929.
2. “Beş Piyano Parçası”, 1930.
3. “Sonat”, piyano için, 1930.
4. “Minyatürler”, piyano için, 1936.
5. “Piyano için On Parça”, 1964.
6. “Capriccio”, viyola için, 1977.
7. “Hüzünlü Melodi”, viyola için, 1984.
Sahne Eserleri [değiştir]
1. “Antigone” için müzik, üflemeli çalgılar için, 1936.
2. “Kral Oedipus” için müzik, kadınlar korosu ve üflemeli çalgılar için, 1936.
3. “Jül Sezar”, için müzik, üflemeli çalgılar için, 1936.
Atatürk'ün eğitim için yurt dışına gönderdiği 5sanatçıdan sadece biri.

ads2